9 Ağustos 2017 Çarşamba

Bir bacak yayma özgürlüğü olarak ifade özgürlüğü

Nuray Mert'in Cumhuriyet'ten atılmasına karşı "ifade özgürlüğüne aykırı" itirazları yükseliyor. Üç yıl ifade özgürlüğünü savunan bir STK'da çalıştığım için bu konu üzerinde oldukça düşünme fırsatı buldum. Patronla Öğrenci Kolektifleri'nin üniversitede hükümet üyelerine yumurta atması üzerine ters köşelere düşmüştük. O, bunun insanların ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini söylüyordu, bense genelkurmay başkanının hükümete ihtarlarının ifade özgürlüğü sayılamayacağı gibi, devlet baskısından azade olması gereken üniversitede hükümet üyelerinin konuşmasının ifade özgürlüğü değil yukarıdan üniversiteye baskı olduğunu savunuyordum. (Sonrasında işten atıldım ama patronumla farklı fikirleri savunduğum için değil -kendisi ifade özgürlüğü konusunda hep hassas oldu- sigortamın yatırılmasını istediğim için atıldım.)

Bu eğilim güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Referandum döneminde Baskın Oran, Türkiye'de hayırcılığı yasaklayan hükümetin, Avrupa'da evet propagandası yapma özgürlüğünü savunmamız gerektiğini ilan etti. Çünkü özgürlükçülük yasakçılığın özgürlüğünü savunmayı gerektirirdi. Özgürlükçülük yasaklayıcı bir fikrin yayılma özgürlüğünü savunmak mıdır gerçekten?

Nihayetinde Nuray Mert'e geldik. Evrimin ders müfredatından çıkarılması üzerine evrimin bilimsel olmadığını savunan bir yazı yazdı. Evrim dışında bir fikri savunan insanların fikirlerini savunabilmeleri gerekir ve bunun savunulabileceği pek çok mecra var. Ancak, tutup da müfredattan çıkarıldığı anda "evrim bilimsel değil, çünkü teori" yazısı yazmak, evrimin öğretilmesinin yasaklanmasını savunmak anlamına geliyor, evrim teorisini eleştirmek anlamına gelmiyor. Kaldı ki evrim teorisinin bilimsel olmadığını savunan ve bunun karşısında her türün ayrı ayrı yaratıldığını iddia eden bir yazı, dünyanın düz olduğunu savunan bir yazı gibi yayınlanmayabilirdi de. Ayrıca Cumhuriyet laiklik ilkesine aykırı gördüğü bir yazıyı yayımlamayabilir, feminist bir yayın "aile toplumun temelidir" fikrindeki bir yazıyı, sosyalist bir yayın "lokavt işverenin en doğal hakkıdır" diyen yazıyı yayımlamayabilir; yayımlamaz, yayımlarsa kendi çizgisinin anlamı kalmaz.

İfade özgürlüğü eğer "Herkes her yerde her şeyi söyleyebilir" ilkesi olarak savunuluyorsa, bunun faşizmin her yeri kaplama zemininde bulunduğumuz şu günlerde doğru bir kalkış noktası olmayacağını düşünüyorum. Faşizmi diğer baskı rejimlerinden ayırt eden şu sözleri hiç unutmamak için tekrarlamaya çekinmemek lazım: Faşizm susmak değil konuşmak mecburiyetidir. İfade özgürlüğü kavramını telaffuz etmek bile, herkesi susturmakla ilgilenen 12 Eylül'le mücadele edebilmek için oldukça işlevseldi, herkesi kendi dediğini tekrar etmeye zorlayan faşizmin yükselişindeyse bu iktidar için de kullanışlı bir kavrama dönüşebilir - referandum kampanyasında görüldüğü üzere dönüşüyor da. Fiilen bu ilke başka fikirleri yasaklamaya gücü yetenin her yerde kendini ifade edebilmesine, yasaklayıcıyı eleştirenlerin ise güçleri yetmediğinden seslerinin kısılmasına yarıyor.

Her düşünce her yerde savunulabilir demek, farklı fikirlerin kendini ifade edebilmesi anlamına mı gelecek, yoksa sesi çok çıkanın (iktidarın)  diğer tüm sesleri boğma özgürlüğü anlamına mı gelecek? Avrupa'da bir faşistin iktidara geldiğini düşünelim -ki çok uzak bir ihtimal değil- bir şekilde piyasadan bütün Kuranları çekiyor, fiilen satışını yasaklamış oluyor.(1) Ertesi gün o ülkede biri Kuran'ın zaten akla uygun olmadığını yazsa, bu Kuran'ın akliliğini mi yoksa yasaklanmasını mı tartışmak anlamına gelir? Kimsenin bunun bir Kuran eleştirisi olduğunu düşünecek kadar saf olmaması gerekirdi, çünkü bu Kuran'a erişimin engellenmesinin bir hak olduğunu savunmak anlamına gelirdi (ki savunabilir ama bunu yapacağı yer bir Müslüman yayın organı olmaz herhalde). Nuray Mert de evimin ders kitaplarından çıkarılışının ardından "evrim teorisi"ne erişimin engellenmesinin bir hak olduğunu savunmuş oluyor ki zaten bu konuyu konuşurken biyoloji bilimine Adnan Hoca kadar bile eğilme gereği duymuyor.

Bilgiye erişimin engellenmesinin yasaklanmasını savunmadan herkesin her yerde konuşabileceğini savunmak, yasaklayıcıların özgürlüğünü savunmaktan başka bir anlama geliyor mu?  Nuray Mert'in böyle bir çizgide olmadığı savunulabilir.  Ama bu tartışmayı "herkes her yerde her istediğin söyleyebilsin"ci bir ifade özgürlüğüne indirgemek, eşit kabul edilmeyen (toplumun saygıdeğer ferdi sayılmayan) herkesin özgürlüğü için muazzam bir tehdit oluşturacak.

Metroda oturan sıradan bir adamın bacaklarını yayma özgürlüğü, bir kadının kenara sıkıştırılması anlamına geleceği hesaba katılmadan savunulabilir mi?


(1) Faşizmin tuhaf bir pratiği, sadece Türkiye'de değil dünyada da yasal yasaklamalarla fazla oyalanmadan fiili yasaklarla genişliyor, Zweig Almanya'da kitap yakma yasası çıkmadığını, bu yakma pratiklerinin Nazi gençlerinin önünün açılmasıyla geliştiğini, yayıncısının da politikayla hiç ilgilenmeyen kendisinin kitaplarının yakılacağına kitaplar yakılmadan önce hiç ihtimal vermediğini anlatıyor.

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Demokrasi AKP'ye terk edildi, adalet CHP'ye mi terk edilecek?

Solun 2000'ler boyunca AKP'nin karşısında veya yanında durarak sürdürdüğü siyasetsiz tavır şimdi de CHP karşısında devam ediyor. AKP'yi AKP yapan demokrasi kavramı üzerinde tesis ettiği hegemonyaydı. Referandumdan sonra yaşananlar çerçevesinde 2010 referandumunda "hayır" diyenler kendilerinin haklı çıktıklarını düşünüyorlar. Bu -kurulu düzenden her sapmanın yanlış bir sonuca vararak kendisini haklı çıkaracağını düşünen bir devlet adamından veya aile babasından farklı olarak- sosyalistler açısından doğru bir yaklaşım olamaz. Çünkü sosyalistler haklı çıkmak için değil geleceği değiştirmek için öngörüde bulunurlar, doğru öngörüde bulunup olayların seyrini değiştirememek başarısızlıktır. Türkiye solu, 1990'larda sahip çıktığı "demokrasi" kavramını AKP'ye terk etti, solun en büyük başarısızlığı bu oldu. Liberallerin soldan uzaklaşarak AKP'ye yanaşmasının zemini de buydu. Mehmet Altan'ın daha 2002'de yayımlanan Marksist Liberal kitabının adı da, liberallerin seyrini, soldan çıkarken atılan ilk ürkek küçük adımları gösteriyor. Solun kavramlarıyla kendini inşa eden, sağda milliyetçi cephe çizgisi egemenken ancak solla birlikte var olabilen liberal çizgi, AKP sayesinde özgüvenle özerkliğini ilan etti. Taraf da bu çizginin bayrağı haline geldi.  

Referandumun üç cephesi siyasetsizlik açısından AKP karşısında aynı pozisyondaydı, sol, demokrasinin olumsuz bir tarifiyle harekete geçti; demokrasinin olumlu tarifinin ne olduğunu düşünme ihtiyacı hissetmedi. Olumsuz tarif neyin demokratik olmadığının tarifiydi. Olumlu tarif soldan gelmeyince iş liberallere kaldı, AB normları dışında hiçbir demokrasi tarifi üretilemedi. AKP, içeride ve dışarıda AB desteğinin etkisiyle de büyüdü. Bu zeminde, referandumun en tartışmalı cephesi, “yetmez ama evet”çiler, ne zaman tam olarak yeteceği konusunu AKP'ye teslim ettikleri bir demokrasiye evet dediler. Hayırcılar ve boykotçularsa bu değişiklikten kimin faydalanacağını ve AKP'ye güvensizliği öne çıkardılar, demokrasi kavramını AKP'ye terk ettiler. Ek olarak hayırcılar toplumsal olarak AKP'ye karşı pozisyonu diri tutmaya odaklandılar.

Başka türlü olabilir miydi? Bu soruyu geçmişin değil bugünün tartışması olarak inşa etme çabasıyla cevaplayalım: Olabilirdi. AKP'nin demokrasi kavramı üzerindeki hegemonyası tespit edilerek demokrasi tartışmasına girişilebilir ve buna göre bir pozisyon belirlenebilirdi. Böylece itirazlar, mevcut sistemin sürdürülmesinin yanında durmaktan da kurtarılabilirdi. 2010 referandumunda AKP, yargı organının devletçi bir direnç merkezi odağı olduğu tespitinden hareketle kendi çözümünü koydu, yürütmeyi yargı karşısında kuvvetlendirdi. Sol, bu tartışmayı ya AKP’nin açtığı zeminde kabullendi ya da bir anayasa tartışmasından kaçındı. Halbuki toplumsal sözleşme sayılan anayasa tartışmasına girmekten çekinilmeyebilir, parti yasaklayarak veya “367” gibi kararlar alarak siyasetin sınırlarını çizme hakkını kendinde gören yargının karşısında yürütmenin değil yasamanın kuvvetlendirilmesi savunulabilirdi.

Ancak anayasa değişikliğiyle yargının, Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı karşısında güçsüzleştirilmesi, önce yürütme karşısında yargının, sonra yargı aracılığıyla yasamanın güçsüzleştirilmesi anlamına geldi. Halbuki hiçbir zaman hayata geçmese bile, ilkesel düzeyde “halk egemenliği”ni sürdürmenin organı Meclis'ti ve artık biçimsel olarak bile bu egemenliğe son verildi. Demokrasi, devletin toplum karşısında güçsüzleşmesi olarak tarif edilirse, gücünü salt çoğunluğa değil belli coğrafi alanların birebir temsili iddiasına dayandıran yasamanın güçlendirilmesinin daha demokratik bir adım olacağı açıktır. Bu iddiaya ancak, “karar alma hakkı”nı toplumsal uzlaşmaya üstün tutarak karşı çıkılabilir ki, Erdoğan rejimi bu keyfî karar alma hakkını, toplumu, yarısını tanımayarak parçalama noktasına kadar vardırmış bulunuyor.  

Tartışmayı güç ayrılığı ilkesini toplum-devlet ilişkisine yerleştirerek kurmak, değişikliklere ne ölçüde etkide bulunulursa bulunulsun, gelecek açısından yasamayı güçsüzleştirecek her adıma karşı uyanık olmayı ve demokratik bir basıncın oluşturulmasını sağlayabilirdi.  

Demokratik hiçbir basıncın oluşturulamadığı bir ortamda, mevcut anayasal düzende toplumu en fazla temsil kabiliyetine sahip organ olan yasamanın da etkisi seyreltilebildi. HDP'nin Meclis'e kuvvetli bir biçimde girmesi Türkiye'de her kesimin devlet yönetimine katılabileceği tehdidini diriltince geleneksel devlet güçlerini bir araya getirdi.Yasama peyderpey güçsüzleşti. Ardından, Meclis'in yok edilmesi suretinde çoğunluğun azınlık üzerinde sınırsız tahakkümünün mümkün kılındığı bir düzleme girdik. Üstelik bunda sorumluluğu olan milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması aşamasında, "Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz," diyen CHP değil bir tek. HDP de yasama dokunulmazlıkların kaldırılmasını demokratik bir adım olarak görmüştü, sadece bunun bütün milletvekilleri için eşit bir şekilde geçerli olmasını savunmuştu. Halbuki yürütmenin dokunulmazlığını kimse tartışma konusu etmezken yasama dokunulmazlığını tartışmaya açmak kime yarar? Bir milletvekiline dokunmanın basit bir polis memuruna dokunmaktan daha kolay olması hangi zeminde kabul edilebilir? Yasamanın dokunulmazlıkları sadece yürütmeninkilerle beraber kaldırılırsa demokratik bir adım olabilirdi, yoksa yasamanın yürütmeye teslim edilmesi olurdu, ki öyle oldu.

Bugün de, demokrasisizliğin ardından gelen demokrasi bayrağı gibi CHP adalet kelimesini bir bayrağa çevirdi. Adaletin olmadığı hususundaki çok büyük toplumsal mutabakatı CHP bu basit kelimeyle bayraklaştırdı ve uzun bir yürüyüşün ardından Türkiye'deki en kalabalık mitinglerden biri bu bayrağın altında toplandı. Bu siyasi bir program olarak örgütlenen kavramın başarısı görmezden gelinemez.

Bu bayrağın altında toplanmaların da başladığını görüyoruz. HDP ise bu programa uzaktan destek vererek kendi ayrı duruşunu koruyor ancak kendi programını örgütleyemiyor. Dün, iktidardaki AKP'nin demokrasi kavramına dışarıdan müdahale edilebilirdi, bugünse muhalefetteki CHP'nin adalet kavramına içeriden müdahale edilebilir.

“Demokrasi”den “adalet”e

Adalet programı nasıl sahiplenilebilir? Adaletsizlik çok açık, yapılan haksızlıklar ortada. Bir milletvekilini konuştuğu için, bir gazeteciyi haber yaptığı için, hak savunucularını insan haklarını savundukları için hapse atmak adaletsizlik. Adalet bu isimlerin tahliye edilmesi mi peki? Daha doğrusu adalet, kimin içeride kimin dışarıda olması gerektiğine doğru karar vermek mi? Adaletin olumlu bir tarifi var mı? Aslında bu tarif temelde demokrasinin tarifiyle aynı: eşitlik. Demokrasi eşitliğin katılımcı biçimi, adalet farkları tanıyan biçimi. Mevlana'nın deyişiyle çiçeklere su vermek adalet, dikene su vermek zulüm; Türkçe eğitimi Türk'e vermek adalet, Kürt'e vermek zulümdür de denebilir.  

Adaletin bir devlet yönetme programına değil bir toplumsal programa çevrilmesini sağlayacak adımlar atmak gerekiyor. Adalet kavramının CHP'ye terk edilmesi, bunun bir devlet programına dönüşmesi riskini taşıyor. AKP demokrasiyi bir devlet yönetme programına çevirmişti. Demokrasi kavramının AKP'ye bırakılması, çoğunluğun oyunu alan bir liderin her istediğini yapabileceği tanımına ulaşılmasına sebep oldu. Artık bu tarifin işlemez olmasının, dünyanın onu bir diktatör olarak görmesinin çok da anlamı yok, gerekli güç çoktan toplandı, demokratlık iddiası artık çok mühim değil. Adalet kavramının CHP'ye bırakılması ise pasif bir umma olarak umudun inşa edilmesine, toplumun adaleti bir odaktan beklemesine dönüşebilir. Bu, CHP'nin tercih ettiği bir durum olacak, elinin güçlenmesi anlamına gelecek, kendisini bir umut odağı olarak inşa etmeyi deneyecek. Ancak bu inşa CHP’nin, ABD politikasına benzetirsek muhafazakâr cumhuriyetçilerin karşısında liberal demokratları oynamaya mahkûm olmasını getirebilir. Oysa siyasetteki çok kutupluluk, Erdoğan’ın “ben tek siz hepiniz” restini başarılı kılmaya ne derece uygunsa, CHP’nin mahkûm olduğu iki kutupluluğa da o kadar aykırıdır.

Kılıçdaroğlu şimdiden 2019 seçimlerine ilişkin açıklamalarda bulunuyor. 2019'a odaklanacak bir yönelim, 2019'un öncesinde hareket imkânlarını kısıtlayarak 2019'da bile kendisine başarı getirmez muhtemelen. Halbuki bugün adalet, bütün farklılıkları baskılayan Erdoğan'ın gücünün sınırlandırılması demek. OHAL'in kaldırılmasını ve işinden edilenleri savunmak, Erdoğan'ın her istediğini yapamayacağını söylemek demek. Adaletsizlik hukuksuzluktan ibaret olmadığı gibi adalet de hukuktan ibaret değil. Ancak hukukun tesis edilmesi, vatandaşların sırf biçimsel olarak dahi olsa eşit olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor.

Pasifize eden bu umudun yerine nasıl aktif bir umut koyulabilir? Toplumun vekâletini kime teslim edeceğine değil bizzat örgütlenmesine dayanacak bir program nasıl inşa edilebilir? Demokrasi konusunda alternatif bir pozisyon üretilemediği için AKP'nin açtığı demokrasi tartışmasından kaçınıldı, şimdi Erdoğan'ın gücünü maksimize ederek kendi açısından kapattığı anayasa tartışması yeniden açılabilir. Demokrasi gündemli bir anayasa tartışması açılamadı, adalet gündemli bir tartışma açılabilir. Üstelik demokrasi bahsinde es geçilen yasamanın, yürütme karşısında ezilerek adaletsizliğin odağına dönüştüğü bir noktada bulunuyoruz. CHP’nin “adalet”i tesis edildiği koşullarda dahi muhtemelen konuyu AKP’nin açtığı güçler ayrılığı ilkesinde bulacaktır. “Adalet” sırf yargı organına ilişkin düzenleme talebine dönüşürse bir devlet programı halini alır. “Adalet”i bir toplumsal programa çevirmekse, herkesin hakkının içinde barınabileceği bir kavrama dönüştürmek anlamına gelecektir  Bu açıdan “adalet” programı bir anayasa yazımına dönüştürülebilir.

Anayasa tartışması, Erdoğan'ın bu tartışmayı açmak istediği zamana ertelenmemeli, yoksa çok geç olacak. Adalet programı aynı gündemle bir anayasa tartışmasına çevrilirse, sadece anayasada temsil edilmeyen kesimlerin dışarıda bırakılmama talebinin değil; aynı zamanda anayasada kimliği, yaşam tarzı, aidiyetiyle temsil edildiğini düşünen çoğunluğun kaale alınmayan arzularının da ifadesi olacaktır.


Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin Erdoğancılıktan ibaret olmadığını göstermek konusunda başarılı oldu, bu sayede CHP'nin ötesinde bir kesime hitap edebildi. Şimdi toplumsal muhalefeti, siyasetin sadece vekâlet bırakmaktan ibaret olmadığı bir pozisyon üretme görevi bekliyor.



2 Temmuz 2017 Pazar

Böceklerin politikası olmaz

İslami kesimden bir zat "Yarın iktidar olsalar, aynı adaletsizlikleri yeniden icra etmeyeceklerine nasıl inanacağız?" sorusunu sormuş. Sorular masum değildir, cevap vereni soruyu soranın durduğu yere çeker. İşyerinde size "Niye bu kadar az çalışıyorsun?" diye sorulduğunda, ne cevap verirseniz verin, soruyu reddetmediğiniz müddetçe daha çok çalışmanız gerektiğini kabullenmiş olursunuz. Polis sorgusunda "Saat 10'da parkta ne yapıyordun?" derler de heyecandan o saatte parkta olmadığınızı unutup parkta ne yaptığınızı cevaplamaya kalkarsanız, boku yersiniz. Mesela Saray çevresi Adalet Yürüyüşü'nü milli olmamakla eleştirdiğinde CHP kocaman bir bayrakla cevap vermeye çalışırsa Erdoğan'ın en büyük bayrağı göstermenin en doğru şey olduğu anlayışının dümen suyuna girer - halbuki tüm sermaye ve devlet güçleri Saray'ın elindedir, en büyük bayrağı imal edecek güç ondadır, çok geç kalmadan da imal edecektir. Erdoğan'ın en büyük mücadelelerinden biri soru sorma tekelini elinde tutma mücadelesi, kimse ona cevap vermesi için soru soramıyor ama o maşallah herkese "niye onunlasın, niye oradaydın, dün ne yaptın" soruları sorup duruyor. 

"Sinek" diye bir bilimkurgu filmi var, orada bir adam dev bir sineğe dönüşüyor. Sineğe dönüşmeden hemen önce adam sevgilisine, "Kaç hemen!" diyor. "Sen hiç böcek politikası diye bir şey duydun mu? Ben de duymadım. Böceklerin politikası olmaz. Çok zalimler. Acıma olmaz, uzlaşma olmaz. Böceklere güvenemeyiz."

Bu sorusuyla yazar, böcek politikası ufkunun dışına çıkamıyor. CHP'ye kim inanır bilmem, ama bir İslamcı veya Türkçü, insan olmayı bunların önüne çıkaran bana güvenmesin, insanları eşitsizleştiren her türlü ayrıcalık talebiyle mücadele edeceğim. Ben de Sivas Katliamı'yla bile araya mesafe koymamış, hâlâ utanmadan "Aziz Nesin de bilmem ne dedi" diyen size güvenmiyorum. Ama biz böcek değiliz, birbirimizi yok etmeden bir arada durmamızı, birbirimize inanmadan da sağlamanın yolları bulunabilir. Siz, Protestanlarla Katolikler birbirine inandığı için mi birbirlerini öldürmeyi bıraktılar sanıyorsunuz? Hayır, bunun bir sonu olmadığı için bıraktılar. İnsanlar birbirlerine inanmadan da bir arada dursunlar diye hukuk icat edildi. Birbirimize inanmayabiliriz, tam da bunun için herkesin hukuka ihtiyacı var. Kendinizden gördüğünüz iktidara hukuku tesis etmesi çağrısı yapmazsanız, doğrudur, bu hukuksuzluğun yarın kimi vuracağı belli olmaz.


Zeki Savaş: Yarın iktidar olsalar, aynı adaletsizlikleri yeniden icra etmeyeceklerine nasıl inanacağız?

30 Haziran 2017 Cuma

Neden Adalet Yürüyüşü’nü sosyalistler başlatamadı?

Neden Adalet Yürüyüşü’nü sosyalistler başlatamadı da Kılıçdaroğlu başlattı? Çünkü sosyalistler başlatamazdı. Çünkü biz sosyalistler, kendimizi küçük sosyalist örgütler toplamından başka bir şeye dönüştüremedik, örgütsüz olanlarımız dahil (belki en çok örgütsüz olanlarımız). Kılıçdaroğlu Adalet Yürüyüşü’nü basit ve birleştirici Adalet sloganının altında birleştirmeyi başardı. Sosyalistler başlatabilseydi böyle bir eylem, bir talebin değil çok sayıda örgütün eylemi olurdu, eylem alanı çeşitli örgütlerin bayraklarıyla donanırdı. Çok sayıda bayrak, sembolize ettikleri çeşitli siyasi çizgilerden herhangi birine yakınlık duymayan nüfusun büyük kesimi için sadece kendini eyleme ait hissetmemenin aracına dönüşürdü. Halbuki Adalet gibi tek bir sözden oluşan bir bayrak, AKP ve MHP’lilerin bile konuyu bu eksende ele almasını sağlayabiliyor. Aynı referandum sürecinde sürekli “tek adama hayır” denmesinin yarattığı güç gibi sürekli “adalet istiyoruz” demek de, söyleyen kişilere tamamen burun bükenlerde bile bir etki bırakır. 


Biz sosyalistler demokrasinin içeriğini, yani insanların eşitliğini savunuyoruz. Demokrasinin içeriğine sahip çıkmayan ve çıkamayacak olan CHP ise Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü nezdinde demokratik bir biçimi, aynı talebi savunan herkese açık bir eylem çizgisi kurmayı başardı. CHP’li milletvekilleriyle HDP’lilerin eşit olduğunu bile savunamayan CHP, CHP’li olmayanların da katılabileceği bir eylem çizgisi üretti, her insanın eşit olduğuna inanan biz ise sosyalist olmayanların katılabileceği bir eylem çizgisi üretemiyoruz. 


Dünya yeniden kuruluyor, Türkiye yeniden kuruluyor, biz yokuz. Tüm dünyada sağ radikalleşiyor/hırçınlaşıyor, sol merkezileşiyor/uysallaşıyor, bu asimetri gitgide büyüyor. Türkiye’nin kitleselleşen ilk devrimci kuşağı siyasi program tartışırdı, Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması çok ciddi bir tartışmaydı; iki ayrı program ve bunlara uygun mücadele yöntemleri, ittifaklar politikası oluşturma anlamına geliyordu. Şimdi kimsenin programı yok, bir program tartışması yok. 


İyi bir matematik öğrencisinin, bir problemi nasıl çözdüğünü unutsa da yeni bir yoldan çözebileceği gibi, biz sosyalistler geçmiş çözüm yollarını unutup eşitsizlik sorununu başka yollardan da çözebilmeye cesaret edebilir miyiz? Devrimcilik, bağlı oldumuz yapıları yıkıp yeniden kurmayı gerektiriyor olamaz mı? Siyasi program tartışmasına girmek gerekmiyor mu? Yeniyetme sosyalistlerin ilk sorduğu sorudaki gibi “Neden bir araya gelinmiyor?” demiyorum; bu soru, bir araya gelmelerin ve gelmemelerin ciddiyetsizliğini vurgulamak açısından doğru, birlikten mutlaka kuvvet doğacağına inancı açısındansa yanlış görünüyor. Ciddi bir siyasi program tartışmasının açılmasını ve her bir siyasi ayrımın ciddiyetle ele alınmasını istiyorum. 


Bu sorun bütün bir araya gelmeler ve gelmemeler için geçerli; bunun üç örneği HDP, Haziran Hareketi ve Hayır Meclisleri. Ciddi bir tartışma olmayınca birbirini farklı zanneden bu üç yapı birbirine dönüşüyor, her biri örgütlerin anlaşarak kurduğu ve bunların çevresinde kümelenen çok az sayıda örgütsüz bireyden müteşekkil örgütlere dönüşüyor. Tek bir partinin hizipler üzerinden kurulmaması gerektiği gibi, toplumun geniş kesimine hitap etme iddiası olan bu örgütlenmelerin de farklı hiziplerden oluşmaması gerektiği konuşulamıyor bile.

29 Haziran 2017 Perşembe

Dokunulmazlık konusunda doğru bir söz söylendi mi?

CHP, milletvekilliği dokunulmazlıkları konusunda çok yanlış tavır aldı. Adalet yürüyüşüne eleştiriye bir sebep sayılıyor hala bu. Peki HDP? Onun tavrı doğru muydu? HDP de milletvekilliği dokunulmazlığını kaldırmanın demokratik bir adım olduğu yanılgısına kapılmadı mı? Milletvekili dokunulmazlığını "demokratik" bir şekilde kaldırmanın, her milletvekilinin aynı şekilde yargılanmasını sağlamanın demokratik bir adım olduğunu düşünerek hareket etmedi mi? CHP'nin "anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz" dediği düzenlemeye bu eksende, her milletvekilinin aynı şekilde yargılanabilmesinin gerektiği şeklinde eleştiri getirmedi mi? Halbuki bu çizgi yanlıştı. Söylenmesi gereken, "yürütmenin dokunulmazlığını kaldırmayacaksanız yasamanınkini kaldırmak yanlıştır, yasamayı güçsüzleştirir" olmalıydı. Bakanlar ve cumhurbaşkanı dokunulmazsa milletvekiline neden dokunuluyor, olmalıydı. Basit bir polis memuru bile dokunulmazken siz neden milletvekili dokunulmazlıklarını kaldırıyorsunuz, olmalıydı. Bu sözün tekrar tekrar söylenmesi, bunun cumhurbaşkanı darbesinin bir parçası olduğunu açığa çıkararak CHP'yi böyle bir düzenlemeye destek olmaması için daha fazla baskı altına alabilirdi. Hatta aynı hayır kampanyası gibi MHP'de ve AKP'de bile izleri görülürdü. Sorun CHP'nin neden yanlış adım attığı değil, bizim neden CHP'yi ve daha fazlasını doğru bir adım atmaya zorlayacak siyaseti geliştirmemiş olduğumuz.

16 Haziran 2017 Cuma

Özeleştiri gerekliliğini örtmenin yolu: CHP eleştirisi

Sol, CHP eleştirileriyle özeleştiri yapma gereğini örtüyor. CHP eleştirisi yaparak CHP'yi besleriz, özeleştiri yapalım kendimizi besleyelim. Ancak, özeleştiri yapılırsa buna uygun olarak kendini gözden geçirmek, hareket tarzını yeniden yapılandırmak gerekir. Sorun CHP'nin iki gün önce eyleme geçmiş olması değil, sürekli eylem yapan solun hareket tarzında kitleselleşmeyi neden hiç gözetmediği? Sol insanlara kahraman olmanın gerekmediği bir eylem tarzı vaat edebildi mi? CHP bu açığı gördü, yapması gerekeni yaptı, harekete geçti. Halkın katılımını gözeten, daha yumuşak hareket tarzlarının savunucularına burun büken solcular, CHP'nin yanında yürümek veya hiç yürüyememek dışında bir şans bulamayabilirler bugün olduğu gibi. CHP'den önce sol bu tarz (yapabileceği tarzda) bir eylemi hayata geçirmeliydi. Ama yapılamadı, çünkü biçimde radikalleşme içerikte radikalleşememenin üzerini örtüyor sadece. "Fethullahçı olması bile fark etmez, işçiyi işinden atamazsınız, biz her emekçinin savunucusuyuz," diyecek cüreti gösteren bir sol yok, o yüzden biçimde radikalleşilmek zorunda kalınıyor.

14 Haziran 2017 Çarşamba

CHP vekilinin tutuklanması

HDP'li vekillerin tutuklanması yasama dokunulmazlığının savunulamamasının sonucuydu. Bir CHP'li vekilin tutuklanması bunun bir adım ötesinde, merkez siyasetin radikalleştirilmesine ilişkin bir adım. Bu, AİHM'in iki gün önce verdiği kararıyla hükümete cesaret vermesinin sonucu: AİHM, (Anayasa Mahkemesi'nin bile "OHAL'de KHK denetlenemez" dediği bir ülke için) "iç hukuk yolları tükenmedi" diye üyelerini hükümetin seçeceği OHAL komisyonunu adres gösterdi.


Kabul ettiği ilkelerin hayata geçmesinden korkan AB, kendi gücünü sınırlayan her ilkeyi reddeden AKP Genel Başkanı Erdoğan'la tam bir uyum içinde. Liberaller AB'nin bir dokunuşta Türkiye'yi bir hukuk devleti yapacağını umuyordu, gerçeklik bu olmadı. Türkiye gibi AB'nin de kanunlarını uygulaması için bir basınç oluşturmak gerektiği ortaya çıktı. Türkiye'yi değiştirme mücadelesi sadece Ortadoğu'yu değil AB'yi de değiştirme mücadelesi. Türkiye sana söylüyorum, AB sen işit: Kanunları uygula!

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Gezi tekrarlanmayacak

Gezi, Dolmabahçe Camii imamının, kapısını kim olduklarına bakmaksızın ihtiyacı olanlara açmasıdır, mazluma kimlik sormamasıdır. "Camide içki içtiler" yalanına ortak olmayı tüm baskılara rağmen reddeden ve bu sebeple cezalandırılan imamı unutma! 

Gezi, bütün katılımcılarının tek tek ulaşabileceği insanların toplamından çok daha fazlası olduğu ölçüde anlamlıydı. Gezi, AKP seçmeninin bir kesimine seslenmeksizin Gezi olamazdı, Erdoğan'ın AKP seçmeni olmayanların bir kesimine seslenmeden gücünü koruyamayacağı gibi.

Gezi tekrarlanmayacak. Her tekrarlama girişimi kötü bir taklit olur, önceki katılımcılarının bir kesiminin katıldığı bir temsilden ibaret olur. Gezi bir Olay'dır ve Olay tekrarlanmaz. Çünkü Olay, kendisini mümkün kılan koşullarda köklü değişimler yaratır. Hakikate sadık kalmak, Olay yaşanmamış gibi davranmamayı gerektirir. İsyanlar ancak farklı biçimlerde tekrarlanabilir, her devlet aynılaşma her devrim farklılaşma eğilimindedir. Olay, her şeyi değiştirir, Olaylara sadık kalmak için onları tekrarlamak değil yaşanan değişimi görerek ona göre ilerlemek gerekiyor.

Gezi'yi hatırlamak onu yüceltmek değil eleştirmek olmalı. Biz Dolmabahçe imamını neden hiç hatırlamıyoruz (hem de Erdoğan'ın içki içtiler" yalanını hatırlarken)? AKP'lilerin pek çoğu Gezi'ye başlangıcında sempatiyle baktığını neden unutmuş durumda? (Erdoğan düşerse hemen hatırlayacaklar, tarih böyle işliyor.) Bu iki sorunun cevabı da Erdoğan'ın başarısının sırrı bence.

28 Mayıs 2017 Pazar

"Halktan biri olmak" diye bir şey var mı?

Erdoğan birilerini "milletine/halkına yabancı" olmakla itham ediyor ya rahatlıkla, bu gerçekten bana ilginç geliyor. Halka yabancı olduğu için, halka çok yukarıda görünebildiği için hükmedebilen adam başkalarını "halka yabancı" olmakla suçluyor. Evet, halkı tanıyor ama içinde durduğu için değil, yukarıdan baktığı için; aynı İstanbul'u helikopterden tanıdığı gibi milleti de anketlerle tanıyor. "Halktan biri olmak" diye bir şey var sananlar çuvallıyor. "Ben sizin gibiyim, gelin peşimden" demek saçma olurdu, eşitse/aynıysa niye peşinden gitsin yani, değil mi?

Hayatında bir gün geçim sıkıntısı yaşamamış, işsiz kalma korkusunu tatmamış biri çıkıyor ve sırf kendine benzemediği için başkalarını halkına yabancı ilan ediveriyor. Bir de buna gerçekten inanıp kendini "halka yabancı" sananlar da var, o da ayrı mesele. Halk neyse artık. Halkın ne olduğuna halkın %50 +1'inin oyuyla mı karar veriliyor? Kalanlar halk olmaktan çıkıyor mu bir anda?

Erdoğan kendisi gibi olmayan herkese yabancı olabilir, hükmettiği halkın yarısına da yabancı zaten. Kendi gibi olmayan her şeye yabancılaşmak faşizmin alameti ve o, toplumu bu temelde örgütlemek için mücadele ediyor. Ben bu toplumun ortalama bir insanı olarak, benim gibi olmayana yabancılaşmayı kabul etmiyorum. Sırf "bu ülke" için değil, dünyanın herhangi bir yanındaki herhangi bir insan topluluğuna yabancı olmayı reddediyorum. "İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir."

Halk/millet Erdoğan için devlete -ve devletin sureti olan kendisine- itaat eden insanlar topluluğu. Bugün, sembolik direnişleri ve tek kişilik eylemleri bu kadar önemli kılan bu zeminin sarsılması sanki biraz. 100 bin kamu emekçisi kanunsuzca işten atılmış, milyonlarca işçi de hiçbir iş güvencesi olmadan çalışıyor/işten atılıyor. Herkesin gündelik hayatındaki en yakıcı soruna değiyor. Değmemesi için yabancılaştırılması lazım. Yine de işini geri isteme eylemleri halka hitap ediyor, vatandaşlığı devlete itaat anlamının dışına çıkararak çok ciddi bir direniş hattı örüyor. Hatta insanların ortaklaşabileceği fikrine dayanarak halkı yeniden inşa etme potansiyeli taşıyor. İnsan hakları anıtını ablukaya aldıracak korku böyle değerlendirilebilir.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

"Tek parti"nin gücünün sınırı

Topbaş'ın damadı neden bırakıldı? Çünkü bir kişinin veya bir partinin tek başına iktidar olabileceği söylemi koca bir yalan. Güç yetmiyor her şeye. Koalisyon sistemi koalisyonun göz önünde kurulması, tek parti veya başkanlık koalisyonun kapalı kapılar ardında kurulması demek. Kime ne taviz verileceğini bilmememiz demek. Tek parti döneminde koalisyon yok muydu, mesela Gülen'le? Bir parti zaten bir koalisyon değil midir? Gülen'e ne tavizler verildiğini bilmiyorduk, şimdi de kime ne veriliyor, bilmiyoruz. Emre Uslu neden evet vereceğim dedi, bilmiyoruz. Bu saçma durum yüzünden başkanlığa PKK ile anlaşılacağını söyleyerek karşı çıkan da savaşılacağını söyleyerek karşı çıkan da haklıydı, haklı. Ülkenin durumu kapalı kapılar ardında alınacak kararlara, gizli gizli nasıl bir koalisyon kurulduğuna bağlı. Kapalı kapılar ardında koalisyon kurmak, yönetebilmek için sözü olanları değil silahı olanları muhatap almak demek. MHP'yi, CHP'yi veya HDP'yi değil; Sedat Peker'i, Ergenekon'u veya PKK'yi muhatap almak demek. Yönetmek için uzlaşmak gerekmiyorsa söz yönetimden uzaklaşmıştır. Saray bu çarpık yapının mimarisi; demokrasi mücadelesi sarayın bin kapısını da topluma açma mücadelesi. Bin bir kirli/gizli pazarlığın döndüğü kapılar açılırsa sarayın yıkılmasına bile gerek kalmaz, saray sahipleri saklanacak başka kapı ararlar. Kavurmacı serbest bırakılırken KHK mağdurlarının muhatap alınmamasının sebebi, güç odaklarını uzlaştıran ama kamusal uzlaşmayı engelleyen bu çarpık saray mimarisi.

5 Mayıs 2017 Cuma

"Evet" de "hayır" da demokrasiye mi hasret?

Demirtaş toplumun "evet"çiler ve "hayır"cılar olarak kamplaşmaması gerektiğini söylerken haklı, hayır da bunu yaptığı ölçüde başarılı oldu zaten. Ancak şu ifade külliyen yanlış: “'Hayır’ diyenlerin de ‘Evet’ diyenlerin de önemli bir kısmı demokrasiye ve özgürlüklere hasret kalmış halkın bizatihi kendisidir." Bu anayasa değişikliğine "evet" diyen kimse "demokrasiye ve özgürlüklere hasret kalmış" filan şeklinde tarif edilemez. Evet diyen kimseler, kendi özgürlüğünü liderinin güçlenmesinde gören kişiler olarak tarif edilebilirler ki bu durumda "demokrasi aşıkları" filan demek komik olur. 

Diğer yandan "evet" ile "hayır" gerçekten çok uzak değil, "evet" demenin de "hayır" demenin de gerekçesi ekseriyetle "güçlü devlet"e duyulan inanç. Bir taraf tek kişiye yetki vermenin diğeri vermemenin devleti güçlendireceğini düşündü; çoğunluğun demokratça (halkın devlet zorbalığına ihtiyaç duymadan kendini yönetmesi gibi) bir derdi yok. Demokrasiyi mümkün kılacak tek şey, insanların kendi özgürlüklerini başkalarının özgürlükleriyle karşıtlaştıramayacağı bir siyasi programın hakim olması olabilir bu durumda. "Evet"le de "hayır"la da demokrat olursun denemez, bir demokratik programı savunursan, kendi hakkını aynı zamanda başkasının hakkı olarak tarif edebilirsen demokrat olabilirsin. Biri patrona muhbirlik yapan diğeriyse maaşını zamanında almak için başka işçilerle ortaklaşan işçilerden ikisi de bencil olabilir; ancak nihayetinde ilki tek başına bencil bir işçi diğeriyse işçilerin haklarının savunucusu olur. 


Çoğunluk demokrat filan değil, yola bu yanlış zanla çıkılmasın. Bugün demokrat olmayanların yarın demokrat olabilmesi mümkün her zaman, bu bambaşka mesele. Ancak yarın idam referandumu olsa, halkın %70'i de buna evet dese "işte halkın demokrasi özlemi, halk diyorsa doğrudur" mu denecek. Demokratik olmayan soruya demokratik cevap verilemez, denebilir ancak. 


Demirtaş’a göre yeni ittifaklar gündemde: ‘Evet’ten de, ‘Hayır’dan da çıkabilir

1 Mayıs 2017 Pazartesi

1 Mayıs'ta çalışmama hakkını tesis etmek

5 yıl önce bugün, resmi tatil günü çalışmama hakkı gasp edilen set işçisi Selin Erdem bir iş cinayetine kurban gitti. 1 Mayıs bir anma veya kutlama günü değil; içinde yaşadığımız çağla, insan canını umursamayan hızlı çalışma çağıyla, "hadi hadi düzeni"yle mücadele etme gününe çevrilmeli. Selin Erdem cinayeti, tam da içinde bulunduğumuz kanunsuz ve sınırsız çalıştırma çağının eseri. 

Bu koşullarda, belki de gelecek 1 Mayıs için, yapılacak en radikal eylemin -Taksim'e çıkmak filan değil- çalışmama hakkının tesis edilmesi olduğunu düşünüyorum. Çoğu şirket, fazla mesai hakkını tanımaksızın, hatta resmi tatil günü çalışmaya rızası olup olmadığını sormaksızın işçilerini çalıştırmakta beis görmüyor. Bu işyerleri tespit edilip basılabilir, fazla mesaisini ödemeden işçileri çalıştırmanın suç olduğu duyurularak bu işyerlerinin çalışması engellenebilir. Kanunsuz bir ülkede işçilerin lehine olan kanunların uygulanması mücadelesini vermek en radikal eylem olabilir. Bu, sadece lafızda olan "kanun karşısında herkes eşittir" ilkesinin pratikte tesis edilmesi mücadelesi olur ve nihayetinde bir eşitlik mücadelesidir. Varsın yasadışı çalışan şirket, beni çalışmasını yasadışı olarak engellediğim gerekçesiyle şikayet etsin. 

Mücadele etmeyi bir sene beklemek için söylemiyorum bunu. Ama kanunların uygulanması mücadelesiyle, kanunsuzluğun mağduru geniş kesimlerin sempatisini toplayacak radikal bir eylem hattı inşa edilebileceğini vurgulamak için söylüyorum, bunun başka örnekleri de bulunabilir.
Bunları 1 Mayıs'ta çalışan pastaneler hakkında arkadaşlarla yaptığımız sohbet üzerine düşündüm.
Çalışmaması gereken gün iş cinayetine kurban giden Selin Erdem'i tekrar, saygıyla anıyorum.




26 Nisan 2017 Çarşamba

Topluma yön veren bir terör eylemi: Ayşe Öğretmen'e ceza

Bu kadın, insanların yanlış bulacağı sözler söylediği için değil, kimsenin yanlış bulamayacağı sözler söylediği için cezalandırılıyor. Programda sözleri alkışlandı çünkü alkışlanacak sözler söyledi. Bu ceza, Ayşe Öğretmen üzerinden topluma verilmiş bir mesaj, bir terör (tedhiş, yıldırı) eylemi. Beyaz'ın pozisyonu tipik, "doğru söylüyor" diye alkışlattıktan sonra hükümetten tepki gelince "yanlış söylemiş, oyuna geldim" demeye başladı. Toplum fikirlerle değil cezalandırılmalarla yönlendiriliyor. İnsanlar yanlış yaptığı için cezalandırılmıyor, cezalandırılarak yanlış yaptığı ispat edilmeye çalışılıyor. Yanlış manlış yok. Ayşe Öğretmen haklıydı, haklı

Ayşe Öğretmen'e hapis cezası

17 Nisan 2017 Pazartesi

Hayır bir cevap değildi, soruyu reddetmekti

Referandumdan önce dediğimi tekrarlıyorum: Yasadışı baskı koşullarında sorulan "Yasadışı baskı koşulları yasallaşsın mı?" sorusu meşru değildir. Meclisteki oylamadan cumhurbaşkanının tarafsızlığı ilkesinin açıkça ihlal edilmesine kadar tamamen yasadışı bir süreç yaşandı, yasadışı sorunun yasal cevabı olmaz. #hayır bu soruya verilmiş bir cevap değildi, bu soruyu reddetmekti. Bu yüzden hayır çıksa "her şey olduğu gibi devam edecek"ti zaten, referandum iptal olmuş olacaktı yani. Hukuki olarak hiçbir şey değişmeyecek ama toplumsal olarak değişecekti, hayır sonucunun korkulan yanı da buydu. Hayır'ın görünmesiyle bile toplumsal olarak bir şeyler değişti aslında. Yoksa, her halükarda, bu referandumun tek meşru sonucu referandumun iptal edilmesi. 

Seçim hileleri bu durumun sebebi değil sonucu. OHAL koşullarında, milletvekillerinin tutuklu olduğu bir mecliste yapılan rejim değişikliği önerisiyle, yasanın açıkça çiğnenmesi ve gizli oy ilkesinin ihlal edilmesiyle başladı zaten tüm süreç. Sonra da "FETÖ'cülükle suçlanmayalım" diye Erdoğan'ın her sözünü emir telakki eden yargı kurumları, YSK ve tüm devlet kurumlarıyla devam etti. Hukuki itirazlar da bu yüzden bir şey değiştirmeyecektir ama işin ucunu -sadece hukuki olmadığını hiç unutmamak kaydıyla- bırakmamak çok önemli.


Türkiye, ders kitaplarında okutulan anayasanın toplumsal bir uzlaşma üzerinde kurulması iddiasını açıkça terk etti. Toplumun yarısının rızası olmadan yürürlüğe giren metin bir anayasa değil hükümet beyannamesi. Buna göre hareket edeceğiz. Yürünecek yol oldukça yürüyeceğiz. Yürünecek yol var.

13 Nisan 2017 Perşembe

Referandumdan önce son söz: Hayır kazanmıştır!

Şunu not düşmüş olayım: Hayır kazanmıştır! Bunu evet veya hayır çıkacağından bağımsız olarak söylüyorum. Hayır'ın sesi hiç çıkmasaydı %60'ın üzerinde evet çıkması mümkündü, özellikle İstanbul'da yükselen #hayır, önümüzde tek seçenek olmadığını gösterdi. İlk baştaki umutsuzluk, bildiri uzatılınca "hayır diyeceğim ama evet çıkar"lar yavaş yavaş "ben zaten hayır diyorum"a ve en son "tabii ki hayır"a, "kazanacağız di mi?"ye dönüştü. Biraz arkamızda bir çocuk reklam bildirilerini insanlara "hayırlı sabahlar" diye uzatmaya başladı en son ve bu taktiği tuttu:) İki ay içindeki bu değişimi bizzat, neredeyse her gün çeşitli şekillerde hiç tanımadığım insanlarla hayır'ı konuşurken gözlemledim. Önce "hayırlı sabahlar"a farklı kesimler de gülümsemeye başladı, bu daha sonra yukarıda da yansımasını buldu: Etyen Mahçupyan ve Fehmi Koru açıkça hayır diyeceklerini söyledi (Abdullah Gül de Fehmi Koru'ya söyletti.) 

Erdoğan'ın "hayır diyenler terörist" sözünün tutmaması ve "biz hiç terörist demedik" sözüne çark etmesi de hayır'ın sahipsiz olmadığının ispatı. 


En başta, hayır'ın çıkacağına inandığımızdan değil, başka hiçbir seçeneğimiz kalmadığından yüksek sesle hayır dedik aslında. Bu eylem kendi umudunu üretti. 15 Temmuz'dan sonra biz de Erdoğan'a "he" demekten başka seçenek kalmadığını, toplumun sindiğini düşünüyorduk. Gördük ki toplum sinmemiş. %50 +1-1'le kazanılacak veya kaybedilecek bir referandum var önümüzde. Hayır çıkacağına inanıyorum ben ama olmayabilir de. "Evet" çıksa da "hayır" çıksa da bu toplum sinmedi, hayır'ın bir sahibi var ve ne çıkarsa çıksın toplum bu kadar kutupsallaştırmayla yönetilemez. Ne çıkarsa çıksın, yürünecek yol var, 15 Temmuz Suistimali'yle toplum sinmemiş. Doğrudur, Erdoğan evet çıksa da hayır çıksa da durmayacak, bizim de yürünecek yolumuzun olduğunu bilmek önemli.





23 Mart 2017 Perşembe

Cenazelere saldırmak

Kemal Karakurt'un cenazesine yapılanlar tiksindirici: cenaze arabasının verilmemesi, morgun suyunun kesilmesi. Polisin birini öldürmesinin de diğer insanlar öldürdüğünde olduğu gibi bir cinayet olduğunu savunma gereği öncelikli (daha fazla canın bu kadar ucuza alınmaması için) ama cenazeye kötü muamele de başlı başına bir konu. Daha önce yaşanan FETO'culara "hain mezarlığı" hazırlatma girişimleri, mezarlıklara saldırılar, bir cenazeyi toprağın altından çıkarıp linç etme girişimleri, Kobane'den gelen cenazeleri ailelere teslim etmemeler... Sevin ya da sevmeyin, dünyanın en iyi insanı da en kötü insanı da ölümde eşittir. Seviyorsanız hayırla anın, mezarına gidin, sevmiyorsanız hayırla yad etmeyin, mezarına gitmeyin. İnsanın insan olma tarihinde mezar yapılması, cenazenin belli bir ritüelle defnedilmesi önemli. Bu ölümle birlikte yok olmadığımıza, bu dünyada bir parçamızın kaldığına duyduğumuz inanç. Madden yok olmuş birini yok etmek için mücadele etmekse faşizmin bizi getirdiği yer.

8 Mart 2017 Çarşamba

Erdoğan Almanya'yı faşist olmakla değil olamamakla eleştiriyor

Erdoğan Almanya'yı Nazi dönemine benzeterek Almanya'yı demokrat olmamakla filan eleştirmiyor. Nazi olmak daha önceki bir konuşmasında görüldüğü üzere onun için bir eleştiri bahsi değil, bir model. Diyor ki, ey Almanya, senin demokrat olma iddian ve Nazi geçmişinden utanman herhangi bir yasak koymana sınır teşkil eder, benim bu sınırım yok, demokrat olma iddiam da yok, gücüm dahilinde her istediğimi yapabilirim. Nitekim bundan başka ne söylüyor: "Gelirim oraya, beni konuşturmazsan dünyayı ayağa kaldırırım." Bir Alman bakan aynısını söylese "İstediğin yeri ayağa kaldır, umrumda değil" diyecek. 

Erdoğan Almanya'yı faşist olmakla değil faşist olamamakla eleştiriyor yani, "Bana gerçek/mutlak bir yasak koymayacaksan hiç yasak masak koymaya kalkışma ama benim yasaklarım mutlaktır, konuşmayı yasaklarsam konuşturmam." Dediği tam olarak budur. 


Liberal efendiler bunu nasıl yorumluyor. Diyorlar ki bak yasakçıya yasak koydunuz, ne kötü ettiniz demokrasiyi çiğnediniz, filan. Gerçek liberalizm bu değil aslında. Liberaller zenginle fakirin mülk edinme hakkı açısından eşit olduğunu savunabilirler, bunu eleştirebilirim. Ama konuşmayı yasaklayanların (yasaklama fikrini savunanlardan değil bizzat yasaklayanlardan bahsediyoruz) sadece başkalarının konuşmalarını yasakladıkları alanlarda değil her yerde konuşmaya haklarının olduğunu söylerlerse, bu ya faşizme hizmet etmektir ya da salaklıktır, bunu eleştirmekte bile zorlanıyor insan. 


AKP'li kadrolar da liberaller gibi anlamıyor gerçekten, onlar da liberalizmle maluldür, reis derken bile bunun ne anlama geldiğini anlamıyorlar, ama taban reisin ne dediğini, ne kastettiğini çok iyi anlıyor. Faşizm bir halk hareketidir. Şimdilik, şansımız, liberal hizmete rağmen Erdoğan faşizminin gücünü ispat etmekteki yetersizliği. Yoksa dünyada her halk, yüzünü bir şey değiştirmeye muktedir olan güce çevirir. Erdoğan bir şey değiştirmeye hala muktedir mi değil mi? Halkın değişimin kendi lehine olacağına inanan kesimi, üstün ırk olacağına inananlar, şu anda bunu izliyor.


Erdoğan başkanlık sistemine Hitler Almanya'sını örnek gösterdi

4 Mart 2017 Cumartesi

Hakkını dilenmekten başka bir şans

15 yıldır AKP'li olan ve Milli Görüş geleneğinden gelen bir karıkoca, çocuklarının adil yargılanma olmaksızın cezalandırıldığı, kendilerinin de hain ilan edildiğini söyleyerek referandumda hayır diyeceklerini belirtiyorlar. Bazı yorumlarda, bir acı kendi başına gelmeden hükümete ses çıkarmadıkları için bu sıradan çiftin (neticede milletvekili vs. değiller) eleştirildiğini gördüm. Doğruluğunu yanlışlığını tamamen bir kenara bırakıyorum çünkü bu yaklaşım çok çiğ. Politikanın esas anlamının dönüştürücü kuvveti olduğunu görmeyen apolitik yaklaşımlardan tamamen kendimizi sıyıralım. 

Ben bu videoya bakınca, hayır'ı yüksek sesle söylemenin ve her yerde, her şekilde duyurmanın ne kadar önemli olduğunu görüyorum. #hayır, adaleti sarayın kapısında değil, her yerde aramanın yoludur. Yükseklerde duran hükümdara küsmenin anlamlı olmasının yoludur. Eğer hayır deme imkanı olmasaydı, bu çiftin kendilerini ciddiye almayan Binali Yıldırım'ı tekrar tekrar ziyaret etmekten veya araya sokacak başka birilerini arayıp durmaktan başka hiçbir yolları kalmayacaktı.


15 senedir Ak Partiliydim ama hayır diyorum

3 Mart 2017 Cuma

Demokrasinin iktidarca tanımlanışının yarattığı acziyet

Osman Baydemir, Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin hükümetin bakanlarının Almanya'da miting yapamamasına demokrasi adına karşı çıktılar. Daha önce de Can Dündar cumhurbaşkanının Almanya mitinginin engellenmesine demokrasi adına karşı çıkmıştı. İktidarın muhalefet için demokrasi hakkını ezdiği, muhalefetinse iktidar için demokrasi hakkını savunduğu bu durum, ilk başta göründüğü gibi aptallıktan değil, acziyetten kaynaklanıyor. Bu, demokrasinin demokratlarca değil iktidarlarca tanımlanışının acziyetidir, muhalefete tek kalan iktidarın demokrat tanımına uyduğunu sonsuza kadar ispatlama -ama hiçbir zaman yeterince ispatlayamama- döngüsü. Faşizm, siz demokrat olduğunuzu ispatlamaya çalışırken gelmekte olan rejimin adı. Kimseye bir şey ispat etme borcumuz yok, demokrasiyi doğru tanımlayıp ona göre hareket etsek yeter. 
Bu çizgi kesinlikle reddedilmeli, her şey yerli yerine oturtulmalı. Demokrasi, bir bakanın değil, en sıradan vatandaşların miting yapabilme hakkıdır. Almanya'nın vatandaşları veya Türkiye'de oy kullanacak sıradan vatandaşlar her yerde miting yapabilir, bu hakka sahip olmalıdır. Bakanların, cumhurbaşkanının tüm etkinlikleriyse demokrasi çerçevesinde değil, ülkelerin diplomatik ilişkileri çerçevesinde değerlendirilir. Olması gereken de budur. Ben, Türkiye'de Merkel'in veya Trump'ın miting yapma hakkının olmadığını savunuyorum. Onların -Almanya muhalefetinin değil ama iktidarının- Türkiye'deki tek hakkı ajanlık yapma hakkıdır ve bu faaliyetlerin engellenmesi egemenlik hakkının kullanımı olur. Siz, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir bakanın Türkiye'de istediği mitingi yapabileceğini mi savunuyorsunuz? Almanya'da iktidar olmayan Yeşiller Partisi'nin bile Türkiye'deki etkinliklerine izin verilmemişken hem de!
İsmet Bozdağ'ın Almanya'da miting yapmasına karşı Türkiye vatandaşı bir demokratın sorusu şu olabilir: Sen, hangi bütçeyle "evet" kampanyası yürütüyorsun? "Hayır" kampanyasına hiçbir kamu bütçesi ayrılmazken nasıl oluyor da "evet" kampanyası kamu bütçesinin imkanlarıyla yürütülüyor?
İkinci olarak, hele ki Erdoğan meselesinde, Erdoğan'ın referandum kampanyası yürütmesi bizzat anayasanın çiğnenmesidir. Türkiye'de parti dışı tüm örgütlerin referandum kampanyası yürütmesi hiçbir yasal zemin olmadan yasaklanmaya kalkışılacak ama cumhurbaşkanı, anayasaya göre tarafsız olması gerekirken kampanya yürütecek ve bizim bu hakkını savunmamız demokratlık olacak öyle mi? Kendi tanımlarını oluşturamayan her siyasi pozisyon kullanılıp atılmaya mahkum. 
"Bana kampanya yaptırmazken iyi oluıyor da, siz kampanya yürütemeyince mi kötü oluyor" diyen Meral Akşener'den daha yanlış bir tavır göstermek, solun demokratlığının değil, kendi kavramlarını geliştirme kapasitesinden yoksunluğunun ve acziyetinin göstergesi. 
Demokrasinin önşartı eşitliktir. Bu eşitliği güçlünün lehine bozacak herhangi bir eylemi, tarzı savunmak demokratça değildir, hele bu eylem sizin aleyhinizeyse bunu savunmanın intihardan başka bir anlamı olamaz. Cumhurbaşkanına demokrat olduğunu gösterip onun da sana demokratça davranacağını sanmak ise ya klasik sağcı bir tavır - iktidar partisine katılmadan bir önceki adımdır ya da soldan bakılıyorsa yenilmeye mahkum -en kibar tarifle- naif bir çizgi olabilir. 
Bütün bunları daha en temel meselelerden birine, muhalefet milletvekillerinin ve genel başkanların tutuklulukları meselesine bile gelmeden söylüyorum...

19 Ocak 2017 Perşembe

Ölümün Önüne Hayatı Koymak

Hrant Dink farklı konuşuyordu, evet ama farkı neydi? Hrant, ölümlerin milyonla sayıldığı bir konuda bahsi hep hayattan açmayı başardı. Ondan önce soru, Ermenileri öldürmenin haklı mı yoksa haksız mı olduğu sorusuydu. Kimileri bu soruya "Ermeniler başlarına her geleni hak etti" diyerek milliyetçi cevaplar verirdi, bizse bu soruya milliyetçi olmayan cevaplar vermeye çabalardık; hiçbir insan dininden, ırkından vs. dolayı öldürülemez gibi ancak bir kanun maddesi kadar haklı olabilecek klişeler kullanırdık mecbur. Bu klişelere ihtiyacımız var muhakkak ama klişelere ruh üfleyecek insanlara daha çok ihtiyacımız var. 
Umutsuz bir çabaydı, teolojik bir sorunun bilimsel cevabı olmayacağı gibi milliyetçi bir sorunun milliyetçi olmayan bir cevabı da bulunamıyor. Soruyu değiştirmek gerekiyor. Hrant Dink soruyu değiştirdi, ölümün önüne hayatı, geçmişin önüne şimdiyi koydu. Sanki ilk kez biri çıkıp Ermenilerin nasıl öldüğünü değil nasıl yaşadığını anlatıyordu veya ilk kez bunu anlatan biri bir şekilde sesini duyuruyordu. "Bir güvercin tedirginliği" hissiyle yaşadığını yazdı ama insanların güvercinlere zarar vermeyeceğine inandığını söyledi. 
Gerisi biliniyor, güvercin öldürüldü. Katiline son sözleri "Oğlum, yapma" oldu. Eğer kendisini öldürmeye gelen "oğlum" dediği çocuğu vazgeçirebilseydi bu onun en büyük zaferi olacaktı ama katil çok organizeydi, başına buyruk bir serseri değil devlet güçleriydi. Eline bayrak tutuşturuldu, fotoğraflar çekildi, kendisiyle gurur duyması öğütlendi, milliyetçi eğitiminin pekiştirilmesiyle -ve başka gidecek yolunun kalmadığının gösterilmesiyle- en ufak vicdan azabının bile üstesinden gelindi (evet, vicdan azabının olup olmaması bile hangi güçlerin örgütlü olduğuna bağlı). Ama Hrant, sanki ölümün önüne hayatı koyarak hepimiz için milliyetçiliği aştı. Biz, "Bir insan milliyetinden dolayı öldürülemez" diyerek milliyetçiliğe reaksiyon göstermekten ibaret bir tavra hapsolmuşken o kendisinin nasıl yaşadığını ve Ermenilerin nasıl yaşadıklarını, duygularını anlattı. Hrant'ın gizli saklı bir köşede değil, Türkiye'de Türklerin dilinde nasıl hissettiğini anlatması, gerçek bir eşitlik talebidir, Ermeni'nin Türk'le eşit olması talebi. Duygusal bir eşitlik talebi bu; 'yaşadıklarıma istediğin adı ver ama beni incitme, ben seni incitmemeye özen gösteriyorum, birbirimize saygı duyalım' talebi. Sesi duyuluyordu, az az karşılık görüyordu. Duygular bilgiden, zekadan vs. hızlı bulaşır. 
Konuyu o kadar doğru bir şekilde ele aldı ki doğrudan karşı çıkılamazdı. Hrant Dink milliyetçilikten insanlığa çıkışın kapısıydı. (Çünkü bu ikisi birbiriyle çelişir, milliyetçilik insanlar içinde sadece ulusal, etnik vs. bir gruba "biz" demek, insanlık tüm insanlara "biz" demektir.)
Bu bakış açısı, benim için çok öğretici oldu. İnsanların nasıl yaşadıklarına bakmadan nasıl öldükleri anlaşılabilir mi? Mesela, iş cinayetlerinin işçilerin öldükleri ana değil, çalışanların hangi şartlarda yaşadıklarına/çalıştıklarına bakarak anlaşılabileceğini düşünmeyi sağlayacak bir bakış açısı oldu bu benim açımdan. Ancak bu şekilde işçilerin sadece ölmemesi değil daha iyi yaşaması için, işçiler lehine eşit bir dünya için mücadele edilebilinir. Patronun işçiyi öldürme hakkını sorgulamak için patronun işçiye hakaret etme, ona saygı göstermeme hakkını da sorgulamamız gerekir. 
Adının, katledilmesi sonucu çok daha büyük bir nüfusça tanınması fark etmez. Hrant, ölüm değil hayat, hâlâ da öyle. 2007'de katledilmesinin ardından toplanan yüz binler, insan hayatına duyulan inancı temsil ediyor. Bu inancı taşıyanlar zaman zaman azalabilir veya artabilir, zaman zaman cesaret kazanıp zaman zaman çekingenleşebilir, tek bir insanın içinde bile bu inanç zaman zaman azalıp artabilir. Rakel Dink'in bugün dediği gibi, kutsal olan devlet değil insandır, yaşamdır. Varsın buna az sayıda insan tanık olsun, varsın gök ve yeryüzü, dağlar ve taşlar tanık olsun. Faşizmin kadim "Yaşasın Ölüm" (viva la muerte) sloganına inat hayat devam edecek.