Hrant Dink farklı konuşuyordu, evet ama farkı neydi? Hrant, ölümlerin milyonla sayıldığı bir konuda bahsi hep hayattan açmayı başardı. Ondan önce soru, Ermenileri öldürmenin haklı mı yoksa haksız mı olduğu sorusuydu. Kimileri bu soruya "Ermeniler başlarına her geleni hak etti" diyerek milliyetçi cevaplar verirdi, bizse bu soruya milliyetçi olmayan cevaplar vermeye çabalardık; hiçbir insan dininden, ırkından vs. dolayı öldürülemez gibi ancak bir kanun maddesi kadar haklı olabilecek klişeler kullanırdık mecbur. Bu klişelere ihtiyacımız var muhakkak ama klişelere ruh üfleyecek insanlara daha çok ihtiyacımız var.
Umutsuz bir çabaydı, teolojik bir sorunun bilimsel cevabı olmayacağı gibi milliyetçi bir sorunun milliyetçi olmayan bir cevabı da bulunamıyor. Soruyu değiştirmek gerekiyor. Hrant Dink soruyu değiştirdi, ölümün önüne hayatı, geçmişin önüne şimdiyi koydu. Sanki ilk kez biri çıkıp Ermenilerin nasıl öldüğünü değil nasıl yaşadığını anlatıyordu veya ilk kez bunu anlatan biri bir şekilde sesini duyuruyordu. "Bir güvercin tedirginliği" hissiyle yaşadığını yazdı ama insanların güvercinlere zarar vermeyeceğine inandığını söyledi.
Gerisi biliniyor, güvercin öldürüldü. Katiline son sözleri "Oğlum, yapma" oldu. Eğer kendisini öldürmeye gelen "oğlum" dediği çocuğu vazgeçirebilseydi bu onun en büyük zaferi olacaktı ama katil çok organizeydi, başına buyruk bir serseri değil devlet güçleriydi. Eline bayrak tutuşturuldu, fotoğraflar çekildi, kendisiyle gurur duyması öğütlendi, milliyetçi eğitiminin pekiştirilmesiyle -ve başka gidecek yolunun kalmadığının gösterilmesiyle- en ufak vicdan azabının bile üstesinden gelindi (evet, vicdan azabının olup olmaması bile hangi güçlerin örgütlü olduğuna bağlı). Ama Hrant, sanki ölümün önüne hayatı koyarak hepimiz için milliyetçiliği aştı. Biz, "Bir insan milliyetinden dolayı öldürülemez" diyerek milliyetçiliğe reaksiyon göstermekten ibaret bir tavra hapsolmuşken o kendisinin nasıl yaşadığını ve Ermenilerin nasıl yaşadıklarını, duygularını anlattı. Hrant'ın gizli saklı bir köşede değil, Türkiye'de Türklerin dilinde nasıl hissettiğini anlatması, gerçek bir eşitlik talebidir, Ermeni'nin Türk'le eşit olması talebi. Duygusal bir eşitlik talebi bu; 'yaşadıklarıma istediğin adı ver ama beni incitme, ben seni incitmemeye özen gösteriyorum, birbirimize saygı duyalım' talebi. Sesi duyuluyordu, az az karşılık görüyordu. Duygular bilgiden, zekadan vs. hızlı bulaşır.
Konuyu o kadar doğru bir şekilde ele aldı ki doğrudan karşı çıkılamazdı. Hrant Dink milliyetçilikten insanlığa çıkışın kapısıydı. (Çünkü bu ikisi birbiriyle çelişir, milliyetçilik insanlar içinde sadece ulusal, etnik vs. bir gruba "biz" demek, insanlık tüm insanlara "biz" demektir.)
Bu bakış açısı, benim için çok öğretici oldu. İnsanların nasıl yaşadıklarına bakmadan nasıl öldükleri anlaşılabilir mi? Mesela, iş cinayetlerinin işçilerin öldükleri ana değil, çalışanların hangi şartlarda yaşadıklarına/çalıştıklarına bakarak anlaşılabileceğini düşünmeyi sağlayacak bir bakış açısı oldu bu benim açımdan. Ancak bu şekilde işçilerin sadece ölmemesi değil daha iyi yaşaması için, işçiler lehine eşit bir dünya için mücadele edilebilinir. Patronun işçiyi öldürme hakkını sorgulamak için patronun işçiye hakaret etme, ona saygı göstermeme hakkını da sorgulamamız gerekir.
Adının, katledilmesi sonucu çok daha büyük bir nüfusça tanınması fark etmez. Hrant, ölüm değil hayat, hâlâ da öyle. 2007'de katledilmesinin ardından toplanan yüz binler, insan hayatına duyulan inancı temsil ediyor. Bu inancı taşıyanlar zaman zaman azalabilir veya artabilir, zaman zaman cesaret kazanıp zaman zaman çekingenleşebilir, tek bir insanın içinde bile bu inanç zaman zaman azalıp artabilir. Rakel Dink'in bugün dediği gibi, kutsal olan devlet değil insandır, yaşamdır. Varsın buna az sayıda insan tanık olsun, varsın gök ve yeryüzü, dağlar ve taşlar tanık olsun. Faşizmin kadim "Yaşasın Ölüm" (viva la muerte) sloganına inat hayat devam edecek.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder