29 Temmuz 2017 Cumartesi

Demokrasi AKP'ye terk edildi, adalet CHP'ye mi terk edilecek?

Solun 2000'ler boyunca AKP'nin karşısında veya yanında durarak sürdürdüğü siyasetsiz tavır şimdi de CHP karşısında devam ediyor. AKP'yi AKP yapan demokrasi kavramı üzerinde tesis ettiği hegemonyaydı. Referandumdan sonra yaşananlar çerçevesinde 2010 referandumunda "hayır" diyenler kendilerinin haklı çıktıklarını düşünüyorlar. Bu -kurulu düzenden her sapmanın yanlış bir sonuca vararak kendisini haklı çıkaracağını düşünen bir devlet adamından veya aile babasından farklı olarak- sosyalistler açısından doğru bir yaklaşım olamaz. Çünkü sosyalistler haklı çıkmak için değil geleceği değiştirmek için öngörüde bulunurlar, doğru öngörüde bulunup olayların seyrini değiştirememek başarısızlıktır. Türkiye solu, 1990'larda sahip çıktığı "demokrasi" kavramını AKP'ye terk etti, solun en büyük başarısızlığı bu oldu. Liberallerin soldan uzaklaşarak AKP'ye yanaşmasının zemini de buydu. Mehmet Altan'ın daha 2002'de yayımlanan Marksist Liberal kitabının adı da, liberallerin seyrini, soldan çıkarken atılan ilk ürkek küçük adımları gösteriyor. Solun kavramlarıyla kendini inşa eden, sağda milliyetçi cephe çizgisi egemenken ancak solla birlikte var olabilen liberal çizgi, AKP sayesinde özgüvenle özerkliğini ilan etti. Taraf da bu çizginin bayrağı haline geldi.  

Referandumun üç cephesi siyasetsizlik açısından AKP karşısında aynı pozisyondaydı, sol, demokrasinin olumsuz bir tarifiyle harekete geçti; demokrasinin olumlu tarifinin ne olduğunu düşünme ihtiyacı hissetmedi. Olumsuz tarif neyin demokratik olmadığının tarifiydi. Olumlu tarif soldan gelmeyince iş liberallere kaldı, AB normları dışında hiçbir demokrasi tarifi üretilemedi. AKP, içeride ve dışarıda AB desteğinin etkisiyle de büyüdü. Bu zeminde, referandumun en tartışmalı cephesi, “yetmez ama evet”çiler, ne zaman tam olarak yeteceği konusunu AKP'ye teslim ettikleri bir demokrasiye evet dediler. Hayırcılar ve boykotçularsa bu değişiklikten kimin faydalanacağını ve AKP'ye güvensizliği öne çıkardılar, demokrasi kavramını AKP'ye terk ettiler. Ek olarak hayırcılar toplumsal olarak AKP'ye karşı pozisyonu diri tutmaya odaklandılar.

Başka türlü olabilir miydi? Bu soruyu geçmişin değil bugünün tartışması olarak inşa etme çabasıyla cevaplayalım: Olabilirdi. AKP'nin demokrasi kavramı üzerindeki hegemonyası tespit edilerek demokrasi tartışmasına girişilebilir ve buna göre bir pozisyon belirlenebilirdi. Böylece itirazlar, mevcut sistemin sürdürülmesinin yanında durmaktan da kurtarılabilirdi. 2010 referandumunda AKP, yargı organının devletçi bir direnç merkezi odağı olduğu tespitinden hareketle kendi çözümünü koydu, yürütmeyi yargı karşısında kuvvetlendirdi. Sol, bu tartışmayı ya AKP’nin açtığı zeminde kabullendi ya da bir anayasa tartışmasından kaçındı. Halbuki toplumsal sözleşme sayılan anayasa tartışmasına girmekten çekinilmeyebilir, parti yasaklayarak veya “367” gibi kararlar alarak siyasetin sınırlarını çizme hakkını kendinde gören yargının karşısında yürütmenin değil yasamanın kuvvetlendirilmesi savunulabilirdi.

Ancak anayasa değişikliğiyle yargının, Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı karşısında güçsüzleştirilmesi, önce yürütme karşısında yargının, sonra yargı aracılığıyla yasamanın güçsüzleştirilmesi anlamına geldi. Halbuki hiçbir zaman hayata geçmese bile, ilkesel düzeyde “halk egemenliği”ni sürdürmenin organı Meclis'ti ve artık biçimsel olarak bile bu egemenliğe son verildi. Demokrasi, devletin toplum karşısında güçsüzleşmesi olarak tarif edilirse, gücünü salt çoğunluğa değil belli coğrafi alanların birebir temsili iddiasına dayandıran yasamanın güçlendirilmesinin daha demokratik bir adım olacağı açıktır. Bu iddiaya ancak, “karar alma hakkı”nı toplumsal uzlaşmaya üstün tutarak karşı çıkılabilir ki, Erdoğan rejimi bu keyfî karar alma hakkını, toplumu, yarısını tanımayarak parçalama noktasına kadar vardırmış bulunuyor.  

Tartışmayı güç ayrılığı ilkesini toplum-devlet ilişkisine yerleştirerek kurmak, değişikliklere ne ölçüde etkide bulunulursa bulunulsun, gelecek açısından yasamayı güçsüzleştirecek her adıma karşı uyanık olmayı ve demokratik bir basıncın oluşturulmasını sağlayabilirdi.  

Demokratik hiçbir basıncın oluşturulamadığı bir ortamda, mevcut anayasal düzende toplumu en fazla temsil kabiliyetine sahip organ olan yasamanın da etkisi seyreltilebildi. HDP'nin Meclis'e kuvvetli bir biçimde girmesi Türkiye'de her kesimin devlet yönetimine katılabileceği tehdidini diriltince geleneksel devlet güçlerini bir araya getirdi.Yasama peyderpey güçsüzleşti. Ardından, Meclis'in yok edilmesi suretinde çoğunluğun azınlık üzerinde sınırsız tahakkümünün mümkün kılındığı bir düzleme girdik. Üstelik bunda sorumluluğu olan milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması aşamasında, "Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz," diyen CHP değil bir tek. HDP de yasama dokunulmazlıkların kaldırılmasını demokratik bir adım olarak görmüştü, sadece bunun bütün milletvekilleri için eşit bir şekilde geçerli olmasını savunmuştu. Halbuki yürütmenin dokunulmazlığını kimse tartışma konusu etmezken yasama dokunulmazlığını tartışmaya açmak kime yarar? Bir milletvekiline dokunmanın basit bir polis memuruna dokunmaktan daha kolay olması hangi zeminde kabul edilebilir? Yasamanın dokunulmazlıkları sadece yürütmeninkilerle beraber kaldırılırsa demokratik bir adım olabilirdi, yoksa yasamanın yürütmeye teslim edilmesi olurdu, ki öyle oldu.

Bugün de, demokrasisizliğin ardından gelen demokrasi bayrağı gibi CHP adalet kelimesini bir bayrağa çevirdi. Adaletin olmadığı hususundaki çok büyük toplumsal mutabakatı CHP bu basit kelimeyle bayraklaştırdı ve uzun bir yürüyüşün ardından Türkiye'deki en kalabalık mitinglerden biri bu bayrağın altında toplandı. Bu siyasi bir program olarak örgütlenen kavramın başarısı görmezden gelinemez.

Bu bayrağın altında toplanmaların da başladığını görüyoruz. HDP ise bu programa uzaktan destek vererek kendi ayrı duruşunu koruyor ancak kendi programını örgütleyemiyor. Dün, iktidardaki AKP'nin demokrasi kavramına dışarıdan müdahale edilebilirdi, bugünse muhalefetteki CHP'nin adalet kavramına içeriden müdahale edilebilir.

“Demokrasi”den “adalet”e

Adalet programı nasıl sahiplenilebilir? Adaletsizlik çok açık, yapılan haksızlıklar ortada. Bir milletvekilini konuştuğu için, bir gazeteciyi haber yaptığı için, hak savunucularını insan haklarını savundukları için hapse atmak adaletsizlik. Adalet bu isimlerin tahliye edilmesi mi peki? Daha doğrusu adalet, kimin içeride kimin dışarıda olması gerektiğine doğru karar vermek mi? Adaletin olumlu bir tarifi var mı? Aslında bu tarif temelde demokrasinin tarifiyle aynı: eşitlik. Demokrasi eşitliğin katılımcı biçimi, adalet farkları tanıyan biçimi. Mevlana'nın deyişiyle çiçeklere su vermek adalet, dikene su vermek zulüm; Türkçe eğitimi Türk'e vermek adalet, Kürt'e vermek zulümdür de denebilir.  

Adaletin bir devlet yönetme programına değil bir toplumsal programa çevrilmesini sağlayacak adımlar atmak gerekiyor. Adalet kavramının CHP'ye terk edilmesi, bunun bir devlet programına dönüşmesi riskini taşıyor. AKP demokrasiyi bir devlet yönetme programına çevirmişti. Demokrasi kavramının AKP'ye bırakılması, çoğunluğun oyunu alan bir liderin her istediğini yapabileceği tanımına ulaşılmasına sebep oldu. Artık bu tarifin işlemez olmasının, dünyanın onu bir diktatör olarak görmesinin çok da anlamı yok, gerekli güç çoktan toplandı, demokratlık iddiası artık çok mühim değil. Adalet kavramının CHP'ye bırakılması ise pasif bir umma olarak umudun inşa edilmesine, toplumun adaleti bir odaktan beklemesine dönüşebilir. Bu, CHP'nin tercih ettiği bir durum olacak, elinin güçlenmesi anlamına gelecek, kendisini bir umut odağı olarak inşa etmeyi deneyecek. Ancak bu inşa CHP’nin, ABD politikasına benzetirsek muhafazakâr cumhuriyetçilerin karşısında liberal demokratları oynamaya mahkûm olmasını getirebilir. Oysa siyasetteki çok kutupluluk, Erdoğan’ın “ben tek siz hepiniz” restini başarılı kılmaya ne derece uygunsa, CHP’nin mahkûm olduğu iki kutupluluğa da o kadar aykırıdır.

Kılıçdaroğlu şimdiden 2019 seçimlerine ilişkin açıklamalarda bulunuyor. 2019'a odaklanacak bir yönelim, 2019'un öncesinde hareket imkânlarını kısıtlayarak 2019'da bile kendisine başarı getirmez muhtemelen. Halbuki bugün adalet, bütün farklılıkları baskılayan Erdoğan'ın gücünün sınırlandırılması demek. OHAL'in kaldırılmasını ve işinden edilenleri savunmak, Erdoğan'ın her istediğini yapamayacağını söylemek demek. Adaletsizlik hukuksuzluktan ibaret olmadığı gibi adalet de hukuktan ibaret değil. Ancak hukukun tesis edilmesi, vatandaşların sırf biçimsel olarak dahi olsa eşit olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor.

Pasifize eden bu umudun yerine nasıl aktif bir umut koyulabilir? Toplumun vekâletini kime teslim edeceğine değil bizzat örgütlenmesine dayanacak bir program nasıl inşa edilebilir? Demokrasi konusunda alternatif bir pozisyon üretilemediği için AKP'nin açtığı demokrasi tartışmasından kaçınıldı, şimdi Erdoğan'ın gücünü maksimize ederek kendi açısından kapattığı anayasa tartışması yeniden açılabilir. Demokrasi gündemli bir anayasa tartışması açılamadı, adalet gündemli bir tartışma açılabilir. Üstelik demokrasi bahsinde es geçilen yasamanın, yürütme karşısında ezilerek adaletsizliğin odağına dönüştüğü bir noktada bulunuyoruz. CHP’nin “adalet”i tesis edildiği koşullarda dahi muhtemelen konuyu AKP’nin açtığı güçler ayrılığı ilkesinde bulacaktır. “Adalet” sırf yargı organına ilişkin düzenleme talebine dönüşürse bir devlet programı halini alır. “Adalet”i bir toplumsal programa çevirmekse, herkesin hakkının içinde barınabileceği bir kavrama dönüştürmek anlamına gelecektir  Bu açıdan “adalet” programı bir anayasa yazımına dönüştürülebilir.

Anayasa tartışması, Erdoğan'ın bu tartışmayı açmak istediği zamana ertelenmemeli, yoksa çok geç olacak. Adalet programı aynı gündemle bir anayasa tartışmasına çevrilirse, sadece anayasada temsil edilmeyen kesimlerin dışarıda bırakılmama talebinin değil; aynı zamanda anayasada kimliği, yaşam tarzı, aidiyetiyle temsil edildiğini düşünen çoğunluğun kaale alınmayan arzularının da ifadesi olacaktır.


Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin Erdoğancılıktan ibaret olmadığını göstermek konusunda başarılı oldu, bu sayede CHP'nin ötesinde bir kesime hitap edebildi. Şimdi toplumsal muhalefeti, siyasetin sadece vekâlet bırakmaktan ibaret olmadığı bir pozisyon üretme görevi bekliyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder