Solun 2000'ler boyunca
AKP'nin karşısında veya yanında durarak sürdürdüğü siyasetsiz tavır şimdi de
CHP karşısında devam ediyor. AKP'yi AKP yapan demokrasi kavramı üzerinde tesis
ettiği hegemonyaydı. Referandumdan sonra yaşananlar çerçevesinde 2010
referandumunda "hayır" diyenler kendilerinin haklı çıktıklarını
düşünüyorlar. Bu -kurulu düzenden her sapmanın yanlış bir sonuca vararak
kendisini haklı çıkaracağını düşünen bir devlet adamından veya aile babasından
farklı olarak- sosyalistler açısından doğru bir
yaklaşım olamaz. Çünkü sosyalistler haklı çıkmak için değil geleceği
değiştirmek için öngörüde bulunurlar, doğru öngörüde bulunup olayların seyrini
değiştirememek başarısızlıktır. Türkiye solu, 1990'larda sahip çıktığı
"demokrasi" kavramını AKP'ye terk etti, solun en büyük başarısızlığı
bu oldu. Liberallerin soldan uzaklaşarak AKP'ye yanaşmasının zemini de buydu.
Mehmet Altan'ın daha 2002'de yayımlanan Marksist Liberal kitabının adı
da, liberallerin seyrini, soldan çıkarken atılan ilk ürkek küçük adımları
gösteriyor. Solun kavramlarıyla kendini inşa eden, sağda milliyetçi cephe
çizgisi egemenken ancak solla birlikte var olabilen liberal çizgi, AKP
sayesinde özgüvenle özerkliğini ilan etti. Taraf da bu çizginin bayrağı
haline geldi.
Referandumun üç cephesi
siyasetsizlik açısından AKP karşısında aynı pozisyondaydı, sol, demokrasinin
olumsuz bir tarifiyle harekete geçti; demokrasinin olumlu tarifinin ne olduğunu
düşünme ihtiyacı hissetmedi. Olumsuz tarif neyin demokratik olmadığının
tarifiydi. Olumlu tarif soldan gelmeyince iş liberallere kaldı, AB normları
dışında hiçbir demokrasi tarifi üretilemedi. AKP, içeride ve dışarıda AB
desteğinin etkisiyle de büyüdü. Bu zeminde, referandumun en tartışmalı cephesi,
“yetmez ama evet”çiler, ne zaman tam olarak yeteceği konusunu AKP'ye teslim
ettikleri bir demokrasiye evet dediler. Hayırcılar ve boykotçularsa bu
değişiklikten kimin faydalanacağını ve AKP'ye güvensizliği öne çıkardılar,
demokrasi kavramını AKP'ye terk ettiler. Ek olarak hayırcılar toplumsal olarak
AKP'ye karşı pozisyonu diri tutmaya odaklandılar.
Başka türlü olabilir
miydi? Bu soruyu geçmişin değil bugünün tartışması olarak inşa etme çabasıyla
cevaplayalım: Olabilirdi. AKP'nin demokrasi kavramı üzerindeki hegemonyası
tespit edilerek demokrasi tartışmasına girişilebilir ve buna göre bir pozisyon
belirlenebilirdi. Böylece itirazlar, mevcut sistemin sürdürülmesinin yanında
durmaktan da kurtarılabilirdi. 2010 referandumunda AKP, yargı organının devletçi
bir direnç merkezi odağı olduğu tespitinden hareketle kendi çözümünü koydu,
yürütmeyi yargı karşısında kuvvetlendirdi. Sol, bu tartışmayı ya AKP’nin açtığı
zeminde kabullendi ya da bir anayasa tartışmasından kaçındı. Halbuki toplumsal
sözleşme sayılan anayasa tartışmasına girmekten çekinilmeyebilir, parti
yasaklayarak veya “367” gibi kararlar alarak siyasetin sınırlarını çizme
hakkını kendinde gören yargının karşısında yürütmenin değil yasamanın
kuvvetlendirilmesi savunulabilirdi.
Ancak anayasa değişikliğiyle
yargının, Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı karşısında güçsüzleştirilmesi,
önce yürütme karşısında yargının, sonra yargı aracılığıyla yasamanın
güçsüzleştirilmesi anlamına geldi. Halbuki hiçbir zaman hayata geçmese bile,
ilkesel düzeyde “halk egemenliği”ni sürdürmenin organı Meclis'ti ve artık
biçimsel olarak bile bu egemenliğe son verildi. Demokrasi, devletin toplum
karşısında güçsüzleşmesi olarak tarif edilirse, gücünü salt çoğunluğa değil
belli coğrafi alanların birebir temsili iddiasına dayandıran yasamanın
güçlendirilmesinin daha demokratik bir adım olacağı açıktır. Bu iddiaya ancak,
“karar alma hakkı”nı toplumsal uzlaşmaya üstün tutarak karşı çıkılabilir ki,
Erdoğan rejimi bu keyfî karar alma hakkını, toplumu, yarısını tanımayarak parçalama
noktasına kadar vardırmış bulunuyor.
Tartışmayı güç ayrılığı
ilkesini toplum-devlet ilişkisine yerleştirerek kurmak, değişikliklere ne
ölçüde etkide bulunulursa bulunulsun, gelecek açısından yasamayı
güçsüzleştirecek her adıma karşı uyanık olmayı ve demokratik bir basıncın
oluşturulmasını sağlayabilirdi.
Demokratik hiçbir
basıncın oluşturulamadığı bir ortamda, mevcut anayasal düzende toplumu en fazla
temsil kabiliyetine sahip organ olan yasamanın da etkisi seyreltilebildi.
HDP'nin Meclis'e kuvvetli bir biçimde girmesi Türkiye'de her kesimin devlet
yönetimine katılabileceği tehdidini diriltince geleneksel devlet güçlerini bir
araya getirdi.Yasama peyderpey güçsüzleşti. Ardından, Meclis'in yok edilmesi
suretinde çoğunluğun azınlık üzerinde sınırsız tahakkümünün mümkün kılındığı
bir düzleme girdik. Üstelik bunda sorumluluğu olan milletvekilliği
dokunulmazlıklarının kaldırılması aşamasında, "Anayasaya aykırı ama evet
diyeceğiz," diyen CHP değil bir tek. HDP de yasama dokunulmazlıkların kaldırılmasını
demokratik bir adım olarak görmüştü, sadece bunun bütün milletvekilleri için
eşit bir şekilde geçerli olmasını savunmuştu. Halbuki yürütmenin
dokunulmazlığını kimse tartışma konusu etmezken yasama dokunulmazlığını
tartışmaya açmak kime yarar? Bir milletvekiline dokunmanın basit bir polis
memuruna dokunmaktan daha kolay olması hangi zeminde kabul edilebilir?
Yasamanın dokunulmazlıkları sadece yürütmeninkilerle beraber kaldırılırsa
demokratik bir adım olabilirdi, yoksa yasamanın yürütmeye teslim edilmesi
olurdu, ki öyle oldu.
Bugün de,
demokrasisizliğin ardından gelen demokrasi bayrağı gibi CHP adalet kelimesini
bir bayrağa çevirdi. Adaletin olmadığı hususundaki çok büyük toplumsal
mutabakatı CHP bu basit kelimeyle bayraklaştırdı ve uzun bir yürüyüşün ardından
Türkiye'deki en kalabalık mitinglerden biri bu bayrağın altında toplandı. Bu
siyasi bir program olarak örgütlenen kavramın başarısı görmezden gelinemez.
Bu bayrağın altında
toplanmaların da başladığını görüyoruz. HDP ise bu programa uzaktan destek
vererek kendi ayrı duruşunu koruyor ancak kendi programını örgütleyemiyor. Dün,
iktidardaki AKP'nin demokrasi kavramına dışarıdan müdahale edilebilirdi,
bugünse muhalefetteki CHP'nin adalet kavramına içeriden müdahale edilebilir.
“Demokrasi”den “adalet”e
Adalet programı nasıl
sahiplenilebilir? Adaletsizlik çok açık, yapılan haksızlıklar ortada. Bir
milletvekilini konuştuğu için, bir gazeteciyi haber yaptığı için, hak
savunucularını insan haklarını savundukları için hapse atmak adaletsizlik.
Adalet bu isimlerin tahliye edilmesi mi peki? Daha doğrusu adalet, kimin
içeride kimin dışarıda olması gerektiğine doğru karar vermek mi? Adaletin
olumlu bir tarifi var mı? Aslında bu tarif temelde demokrasinin tarifiyle aynı:
eşitlik. Demokrasi eşitliğin katılımcı biçimi, adalet farkları tanıyan biçimi.
Mevlana'nın deyişiyle çiçeklere su vermek adalet, dikene su vermek zulüm;
Türkçe eğitimi Türk'e vermek adalet, Kürt'e vermek zulümdür de denebilir.
Adaletin bir devlet
yönetme programına değil bir toplumsal programa çevrilmesini sağlayacak adımlar
atmak gerekiyor. Adalet kavramının CHP'ye terk edilmesi, bunun bir devlet
programına dönüşmesi riskini taşıyor. AKP demokrasiyi bir devlet yönetme
programına çevirmişti. Demokrasi kavramının AKP'ye bırakılması, çoğunluğun
oyunu alan bir liderin her istediğini yapabileceği tanımına ulaşılmasına sebep oldu.
Artık bu tarifin işlemez olmasının, dünyanın onu bir diktatör olarak görmesinin
çok da anlamı yok, gerekli güç çoktan toplandı, demokratlık iddiası artık çok
mühim değil. Adalet kavramının CHP'ye bırakılması ise pasif bir umma olarak
umudun inşa edilmesine, toplumun adaleti bir odaktan beklemesine dönüşebilir.
Bu, CHP'nin tercih ettiği bir durum olacak, elinin güçlenmesi anlamına gelecek,
kendisini bir umut odağı olarak inşa etmeyi deneyecek. Ancak bu inşa CHP’nin,
ABD politikasına benzetirsek muhafazakâr cumhuriyetçilerin karşısında liberal
demokratları oynamaya mahkûm olmasını getirebilir. Oysa siyasetteki çok
kutupluluk, Erdoğan’ın “ben tek siz hepiniz” restini başarılı kılmaya ne derece
uygunsa, CHP’nin mahkûm olduğu iki kutupluluğa da o kadar aykırıdır.
Kılıçdaroğlu şimdiden
2019 seçimlerine ilişkin açıklamalarda bulunuyor. 2019'a odaklanacak bir
yönelim, 2019'un öncesinde hareket imkânlarını kısıtlayarak 2019'da bile
kendisine başarı getirmez muhtemelen. Halbuki bugün adalet, bütün farklılıkları
baskılayan Erdoğan'ın gücünün sınırlandırılması demek. OHAL'in kaldırılmasını
ve işinden edilenleri savunmak, Erdoğan'ın her istediğini yapamayacağını
söylemek demek. Adaletsizlik hukuksuzluktan ibaret olmadığı gibi adalet de
hukuktan ibaret değil. Ancak hukukun tesis edilmesi, vatandaşların sırf
biçimsel olarak dahi olsa eşit olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor.
Pasifize eden bu umudun
yerine nasıl aktif bir umut koyulabilir? Toplumun vekâletini kime teslim
edeceğine değil bizzat örgütlenmesine dayanacak bir program nasıl inşa
edilebilir? Demokrasi konusunda alternatif bir pozisyon üretilemediği için
AKP'nin açtığı demokrasi tartışmasından kaçınıldı, şimdi Erdoğan'ın gücünü
maksimize ederek kendi açısından kapattığı anayasa tartışması yeniden açılabilir.
Demokrasi gündemli bir anayasa tartışması açılamadı, adalet gündemli bir
tartışma açılabilir. Üstelik demokrasi bahsinde es geçilen yasamanın, yürütme
karşısında ezilerek adaletsizliğin odağına dönüştüğü bir noktada bulunuyoruz.
CHP’nin “adalet”i tesis edildiği koşullarda dahi muhtemelen konuyu AKP’nin
açtığı güçler ayrılığı ilkesinde bulacaktır. “Adalet” sırf yargı organına
ilişkin düzenleme talebine dönüşürse bir devlet programı halini alır. “Adalet”i
bir toplumsal programa çevirmekse, herkesin hakkının içinde barınabileceği bir
kavrama dönüştürmek anlamına gelecektir Bu açıdan “adalet” programı bir
anayasa yazımına dönüştürülebilir.
Anayasa tartışması,
Erdoğan'ın bu tartışmayı açmak istediği zamana ertelenmemeli, yoksa çok geç
olacak. Adalet programı aynı gündemle bir anayasa tartışmasına çevrilirse,
sadece anayasada temsil edilmeyen kesimlerin dışarıda bırakılmama talebinin
değil; aynı zamanda anayasada kimliği, yaşam tarzı, aidiyetiyle temsil
edildiğini düşünen çoğunluğun kaale alınmayan arzularının da ifadesi olacaktır.
Kılıçdaroğlu,
Türkiye'nin Erdoğancılıktan ibaret olmadığını göstermek konusunda başarılı
oldu, bu sayede CHP'nin ötesinde bir kesime hitap edebildi. Şimdi toplumsal
muhalefeti, siyasetin sadece vekâlet bırakmaktan ibaret olmadığı bir pozisyon
üretme görevi bekliyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder