29 Temmuz 2015 Çarşamba

"Aydın Doğan'ı doğru tanıyın"

Ertuğrul Özkök'ün Erdoğan'a "Aydın Doğan'ı doğru tanıyın, o da sizin gibi ülkesine aşık biri" dediği gün Demirtaş'ın önemli konuşması, değil TV'lerde, aynı anda çok sayıda canlı yayın yapma olanağına sahip Doğan Haber Ajansı'nda bile yayınlanmadıysa, bu manidardır. Erdoğan şurekasının "üst akıl" dediği, bizim kolektif sermayenin aklı diyebileceğimiz -belki merkezi belki değil ama bir ortak akıl- söz konusu olabilir mi? Erdoğan'ın aşırı keyfi davranmasına izin vermeyecek ama düzeni tesis etmek için istikrarlı bir otoriteye ihtiyaç duyan bir akıl. Erdoğan gücünü toparlıyor, -her demokratik gelişme kendisinin tecrit edilmesine yol açacağı için- HDP'yi tecrit etme politikası güdüyor. MHP çoktandır yanında, Doğan Holding nezdinde sermaye de tercihini açık ediyor sanki. Anti-IŞİD koalisyonu PYD'ye tecriti kırmak için nasıl önemli bir adım olduysa, ABD'yle İncirlik uzlaşması da Erdoğan'ın tecrit edilmesine direnç oluşturmak için önemli bir adım. CHP farklı basınçlara daha açık görünüyor ama HDP'yi tecrit cephesine eklemlenmesi çok olası, böylece Erdoğan'ın payandalarından biri olacaktır. Doğan Grubu açısından seçimden önce Erdoğan'ın biraz dizginlenmesi için Demirtaş'ın sözlerine kanal olmak önemliydi ama Türkiye'deki gerçek demokratikleşme adımlarının sermaye düzenini de sarsacak kadar etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü diri bir toplumsal tabana yaslanmış olacak. Bugün belki küçük adımlar atmak bile çok zor görünüyor ama küçük ve sağlam adımlarla çok yol katedebileceğimiz ilginç bir dönemdeyiz gibi geliyor.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

"Umut"tan "korku"ya giderken

Seçim sonrasında oluşan "umut" havası yerini hızla "korku" duygusuna bırakıyor sanki. Bu düşünceyle Ulus Baker'in Spinoza'da korku ve umut üzerine yazısını tekrar okudum. 
Erdoğan kendi korkularını tüm topluma sirayet ettirerek önemli bir zafer kazanırken neden korku duygusundan kaçınamıyoruz? Bu noktada korkuyu "cesaret noksanlığı" olarak tarif etmekten kaçınmak gerekiyor. Kimseyi cesarete çağırmadan -çünkü bu çağrı, atacağımız her adımın cesaret gerektirdiği duygusunu besleyerek korkuları büyütür- korkunun üstesinden nasıl gelebiliriz? Bu duyguyu yok saymayıp doğru tanımaya çalışmak tek yol. Esiri olmamak için korkuyu temelleri üzerine oturtmaya çalışırsak, korkunun daha önceki "umut" duygusunun ardılı olduğunu söyleyebiliriz.
Kısa zaman içinde 3 önemli zafer yaşadık: Gezi, Kobanê ve HDP'nin barajı aşması. Bunların öncesinde hiçbir umudumuz yokken şimdi bu adımlarla oluşan umudun korkuya dönüştüğünü görüyoruz.
Diğer yandan devletler ise "umut"u tam olarak yok etmeden onu "korku"yla dengeleyerek ayakta durabiliyor. Spinoza'nın "umut"u kederli duygular arasında sayması düşündürücü. İktidar, bizde dugular ve tutkular uyandırarak çalışıyor.
Belki de bu duyguları daha aktif bir şekilde ele alıp hareket alanlarımızı sadece daha iyisinin değil, daha kötüsünün de olabileceği düşüncesiyle beraber oluşturmamız daha doğru olabilir. Daha doğrusu, "şimdi"de her olasılık mevcuttur ancak gelecekte ne olacağı düşüncesine hapsolmak, muktedir olmayan "biz"in, şimdiyi etkileme gücünü elinden alıp bizi atıllaştırır: Biz örgütlenmezsek örgütlü olan kazanır. Misal SYRIZA, örgütlenmesini kendi temelinde büyütemeyen bir örgütün, en büyük zaferlerinin ardından halihazırdaki küresel örgütlü güçler karşısında yaşadığı çaresizliği temsil ediyor. Bugün yaşanan hiçbir olumlu gelişme kendiliğinden olumlu bir geleceğe dönüşmez, bu süreçlerin her birini örgütlemek gerekir.
Her zaman en güncel soru şu: Şimdi ne yapabiliriz, gücümüz ne yapmaya yetiyor? Önceki büyük umutları gerçekleştirememenin çöküntüsüne uğramadan, az şey yapabiliyorsak az, çok şey yapabiliyorsak çok şey yapalım. Diyelim ki gücümüz faşizmi sadece evimizin kapısının önünde durdurmaya yetiyor -ki o kadar değil- bunu yapmaktan geri durmayalım. Bunu da yapmazsak zaten topluca yok oluruz, geriye dertlenecek bir şey kalmaz. 

http://korotonomedya.net/kor/index.php?id=21%2C182%2C0%2C0%2C1%2C0

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Faşizm bir fikir değil

Faşizm bir fikir değil, bir karşıfikir. Faşizmin eylemleri hep karşıeylem oldu, talepleri hep karşıtalep. Talep, "biz şu hakkımızı istiyoruz" demektir, karşıtalep "onlar şu hakkı almasınlar" demektir. Eylem talebin/istediklerin için harekete geçmektir, karşısına faşistler çıkar. MHP tarihi önce kullanılmanın, sonra da "bizi kullanmışlar" diye ağlamanın tarihidir. MHP bugünlerde nasıl kullanıma açık olduğu gerçeğinin en billurlaşmış örneklerinden birini, faşizmin temelindeki duygu olan "korku"nun aptallığı nasıl örgütlediğini sergiliyor. 
Faşizmi tecrit edeceğimiz günlere vesile olsun.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Müdahale etmek yönetmek midir?

Türkiye Rojava'ya müdahale etme niyetini beyan ediyor. Hükümet kendi iktidarına o kadar aşık ve o kadar kendi hatalarından ders alamayacak düzeyde ki, müdahale etmekle yönetmenin aynı şey olmadığını idrak edemiyor. Bunu dünkü Onur Yürüyüşü'nde bir kez daha anladım. Polis Meydan'a müdahale etti, yönetilemeyecek bir şekilde dağılan bir kalabalık hareketlendi. Böylece Taksim'den Şişli Camii'ne kadar kalabalık bir grupla yolu kapatarak yürüyüşe geçtik ve Taksim'de yapılacak bir eylemden daha radikalini çok daha büyük bir destekle gerçekleştirmiş olduk. (Yönetilebilecek bir grupken yönetilemeyen bir grup olduk). Daha önce başlangıcında Suriye içsavaşına, seçimden önce de Mısır'a müdahale etti; hepsinde ağır yenilgi aldı. Gezi Direnişi ve seçim sürecine silahlı müdahale örneklerinin sonuçları da ortada.
Bence esas sorun kendi ürettikleri komplo teorilerine çok inanmaları, yenilgilerinin kaynağı biraz da bu. ABD, öyle sandıkları gibi sürekli sağa sola müdahale ettiği için güçlü değil, aksine istihbaratla ve çeşitli bilimleri hizmetine alarak; en az müdahaleyle en çok sonuç alacak hamlelerin peşine düşmesiyle güçlü kalmaya çalışıyor filan. Gittiği yerde güç dengelerini gözetiyor, IŞİD'e karşı PYD'ye muhtaç olduğunu kabul ediyor ama ilişkileri dengede tutmaya çalışıyor. Hunharca müdahale ettiği Irak ve Afganistan ise en zayıf olduğu yerler olabilir. Aynı ABD gibi İran da; Lübnan'da, Irak'ta ve Filistin'de doğrudan eylemle müdahale ederek değil, oradaki müttefiklerinin önünü açarak ve kendisinin zorunlu müttefik olduğunu ispat ederek güçlenmeye çalıştı.
Türkiye, Rojava'ya müdahale ederse sınırı içinde siyasi olarak örgütlenmiş Kürtlerin Türkiye içi çözüm isteğini deklare ettiği şu süreçte kendi eliyle Kürdistan'ı bırakarak döner ve bunun nasıl yaşandığını anlamaz bile. Bu, hepimize çok pahalıya patlayacak savaşlara mal olabilir, bunlar ihtimal dışı değil. Geçen gün İlker Başbuğ da "Orada bir şey varsa Suriye devleti müdahale etmeli," derken sınırları aşacak bir müdahalenin sınırları değiştirebileceğini ifade ediyordu kanımca.

27 Haziran 2015 Cumartesi

Erdoğan'ın zenciliği

Erdoğan yine "Türkiye'nin zencisiyiz" demiş. Gerçi Bahçeli bundan da memnun olmamış, "Türk'ün zencisi mavisi beyazı olmaz" demiş ama ben Erdoğan'ın gerçek zencilerle ilişkisini gösteren başka bir olay hatırladım: Erdoğan'ın Türkiye başbakanı olarak Mandela'nın cenazesine gitmemesi. Zenciliğe ucundan bucağından bulaşan bir ülke lideri, iki eli kanda değilse o cenazeye gitmeliydi. Bir gün ABD başkanı ölürse koşa koşa gideceksen, siyah özgürlük mücadelesinin en önemli figürlerinden bir devlet başkanının cenazesine gitmemen ne anlama geliyor? "Alevilik Ali'yi sevmekse ben en büyük Aleviyim" dediğin gibi, "Acı çekmek zencilikse zenciyiz ikimiz de" demekle olmuyor o iş. Hadi, diyelim ki zencisin, sözlerini Mısır'ı işgal ederken "Müslümanlık Hz. Muhammed'i sevmek ve Kur'an-ı Kerim'e hürmet etmekse ben size hükmeden Memlüklerden daha Müslümanım," diyen Napolyon'un işgalci ayarcılığıyla aynı kaba koymayalım. Bu durumda bile beyazlara tapan bir siyah tablosu çıkıyor. Bu da Malcolm X'in tarifiyle tarla kölesi değil bir ev kölesi olmak demek oluyor; ev sahibine hizmet etmekten apartmanların alt katlarını, Kuzeybatı'ya hizmet etmekten haritaların Afrika'sını görmeyen bir zencilik. Beyazlardan itibar görmeyi siyahlardan itibar görmeye tercih eden bir zencilik.

6 Haziran 2015 Cumartesi

"Seni başkan yaptırmayacağız"

"Hangi partinin görüşlerine katılıyorsunuz?" diye sorulmuyor bu seçimde, "Erdoğan'a sınırsız yetki verecek bir başkanlık sistemine geçelim mi?" diye soruluyor. Bu normal bir seçim değil, bir referandum. Sınırsız yetkili başkanlık rejimine evet diyenler AKP'ye, hayır diyenler HDP'ye basacak mührü. Tekrar tekrar ve son anda dahi, AKP'li olsun, CHP'li olsun, herkesi HDP'ye oy vermeye çağırıyoruz. Diğer seçeneklere oy vermek başkanlık rejiminin oylandığını fark etmemiş olmak demek. HDP'nin barajı aşmaması durumunda AKP -gasp ettiği 50 küsur milletvekiline dayanarak- Erdoğan'ın şu an yetkilerini yasaları çiğneyerek kullanmasını halkın onayladığı sonucunu çıkaracak. Böylece Erdoğan'ın yasaların üstünde biri olduğu zaten kabul edilmiş olarak başkanlık rejimine gidilecek.
Erdoğan'ı başkan yaptırmamak için tek seçenek HDP, oylar HDP'ye!

3 Haziran 2015 Çarşamba

Beşiktaş'ta devlet hastanesi ACİL'i olmayışı

Beşiktaş: İstanbul'un köklü ve merkezî yerleşim birimlerinden. Bu güzide ilçenin bir devlet hastanesine ait ACİL bölümü yok (Sait Çiftçi Hastanesi'nde ACİL departmanı bulunmuyor). Özel hastane kaynayan ilçede devlet hastanesinin ACİL'ine gitmek isterseniz, Şişli Etfal'e gitmek durumundasınız -nitekim Gezi'nin ardından Taksim İlk Yardım Hastanesi de kapandı-. Saat 6, trafik var, malum ACİL'e gideceksiniz, biraz aceleniz var. Hem mahallenize yakın hem de fiyatı makul olan Boğaziçi Tıp Merkezi'ne yönelebilirsiniz. Dikilitaş mahallesinden taksiyle bu hastaneye gider ve tabelayı görünce aceleyle inersiniz- malum ACİL. Hastanenin kapısı kilitli, zincir vurulmuş, içerisi boş gibi. Yandaki eczacı: "Orası iflas etti." İflas eden hastane! Gitmeniz gereken ACİL, iflas ettiği için artık yok. Hoop, bir taksi daha (Acıbadem dışında neresi vardı?) pazar yeri yakınındaki Jinemed Hastanesi. İyi, sigorta geçiyor. Farkı ödeseniz yetiyor: Muayenesiyle, serumuyla, tahliliyle 300 TL.
Tamam, sağlık hizmetinin ücretli olması bizleri sağlıklı olmaya teşvik ediyor, çok güzel, sigarayı tuzu filan bırakmamız lazım, onu anladım da, bir hastanenin iflas edebilmesi de mi sağlık sisteminin iflası sayılmıyor?

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Eylem yapma hakkı

"Konuştuğum MHP'liler, Sultanbeyli'de gerçekleştirilen ve bir kişinin öldüğü 6-7 Ekim Kobani gösterilerinden sonra ilçede AKP'ye tepkinin arttığı kanısında."
Çok ilginç bir veri, konuşan MHP'liler, konuşulan yer İslami karakteriyle bilinen Sultanbeyli ve söylenen söz de bu. Daha önce üzerine düşündüğüm bir konuyu kafamda netleştirmeme vesile oldu bunu görmek. TV'lerde çıkan uzmanlar "6-7 Ekim HDP'nin oy oranlarını düşürdü" diyor ya sürekli, külliyen yalan. Gerçek şu, eğer bu eylemlerle ilişkili bir oy düşmesi olduysa bu AKP'nin ölümlerin sorumluluğunu HDP'ye yıkmak üzerine girdiği imaj savaşının neticesidir. Gerçekten eylemlerin olduğu Sultanbeyli'de, hem de bir MHP'linin sarf ettiği söz ortada.
Bu propaganda çok tehlikeli bir yalan, Kobane eylemleri dünyanın dikkatini Kobane'ye çekerek IŞİD'le savaşta PYD'nin tecrit edilmesini engellemiş ve nihayetinde HDP'nin baraja dayanmasına katkı sunmuştur. AKP'nin bu gerçeği hazmedememesinin nedeni açık: Kobane eylemleri Kobane'nin düşmesini isteyen partiyi IŞİD karşıtı koalisyona karşı koyamayacak bir pozisyona soktu. AKP'yi pozisyon değiştirmeye zorlayan Kobane eylemlerinin "HDP'nin oyunu düşürdüğü" propagandası "kendini gerçekleştiren bir kehanet" olmayı amaçlıyor, "HDP'ye oy vermeyin" demenin yeni bir versiyonu olarak "vallaha birileri oy verecek gibi olmuş ama şimdi vermeyecekmiş" gibi ebleh bir takım sözler çıkıyor. Bu tavır, sadece Kobane eylemlerini değil, bütün sokak eylemlerini suç ve toplumsal tehdit olarak formüle etmeye çalışan AKP propagandacılarının eseridir. Eylemlerde ölen herkesin sorumluluğu eyleme çağırandadır, havası yaratılmaya çalışılıyor. AKP yöneticilerine "Berkin Elvan'ın katili kim?" diye sorun, "onu sokağa çağıranlar" diyecekler. Kobane eylemlerinde ölenlerden eylem çağırıcılarını sorumlu tutmak aynı zihniyetin eseri. Eylem yapma hakkımızı savunmaktan bir adım geriye düşmeyelim. Kobane eylemleri haklıdır, ölümlerin faillerini ortaya çıkarmak iktidar partisinin sorumluluğudur

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/05/150527_sultanbeyli_secim_gs_2015

24 Mayıs 2015 Pazar

Seçim bildirileri dağıtırken

HDP seçim bildirileri dağıtırken beklediğimden iyi bir ilgiyle karşılaşıyoruz. İnsanlar meraklı, ilgileniyor. Yoldan geçenler her zaman olduğu gibi bazen ilgileniyor bazen ilgilenmiyor ama ilgilenenler daha çok ikna edilmeyi istiyor; ilginç olan bu. Çünkü kendi çevrelerine HDP'ye oy verme çağrısı yapacaklar, bunun için argümanlarının artmasını istiyorlar. Mendil satan teyze oyunu Demirtaş'a, Türk bayrağı satan abi oyunu HDP'ye vereceğini söyledi (seçim anketlerinde lidere-partiye oy oranlarını ölçebilecek bir soru da anlamlı olabilirdi). CHP bildirileri dağıtan bir çocuk geldi, "Abi bizim de oyumuz HDP'ye ne yapalım ekmek parası işte," dedi. Beşiktaş'ta değil de AKP bölgesinde çalışsak profesyonel olarak bildiri dağıtan AKP'li çocuklardan da benzer sözler duyabilirdik diye düşünüyorum. Bu manzaranın üstüne İzmir mitingindeki HDP mitingi kalabalığını görmek anlamlı oldu.
Neticede diyeceğim şu, diğer bütün partilerin oy alacağı çevreler sınırlı ama Türkiye'de yaşayan herkesin HDP'ye oy vermek için bir sebebi bulunabilir- yeminli düşmanlarının bile. Tarih en büyük görevleri hep bir takvime sıkıştırıyor ne yazık ki, vaktimiz sınırlı. Başkanlık referandumu iklimini Erdoğan yarattı ama bunu teşhir eden HDP oldu, artık AKP'liler dahil herkesin HDP'ye ihtiyacı var. Dün Diriliş Postası gazetesini okudum, daha önce Hakan Albayrak yazısını okumuştum. Albayrak özetle "dinsizlerle yan yana gelmeye utanmıyor musunuz?" diyor, AKP'ye oy vermenin tek gerekçesi bu eski antikomünist argüman. Ortadoğu'da büyük siyasi hedeflerden bahseden Diriliş Postası Türkiye'ye gelince siyasetten değil hizmetlerden bahsediyor (emekçilerin uğruna ölüme gönderildiği hizmetler. Kömür yardımı için "Onlar konuşur AK Parti yapar" demeye utanmışlar en azından. Köprüleri kimin yaptığını öğrenmek için de inşaatlarda toplu katliam mı gerekecek).
İmanlı AKP'lilerin para yiyici AKP'lilerden hiçbir farkı kalmamış, çünkü Erdoğan kendisini eleştiren kimseye AKP'li olma hakkını tanımıyor. AKP eleştirileri yüksek sesle söylenemiyor: ortalık bayağı övgülere kalıyor. Hiçkimse için "zaten HDP'ye oy vermez" diyemeyeceğimiz bir dönem bu. HDP'ye kesinlikle oy vermeyecek olanlar hâlâ çoğunlukta elbette, ama bu kesinliğin bir yıl öncesine göre nasıl azaldığını anlamadan tarihsel dönüşümler anlaşılmıyor. Geriye barajı aşan bir şeyler kalacak.

22 Mayıs 2015 Cuma

Bursa'daki direnişten ders çıkarmak

Bursa'daki direnişten DİSK'in ve/veya işçi sınıfının çıkarları için mücadele iddiasını taşıyan herkesin ders çıkarması gerekiyor, Türk Metal Sendikası'nın değil. Zaten Türk Metal sarı sendika bile değil, mafya uzantısı bir kontrasendika. İşçiler, patronlarını zorlayacak bir şey istemesinler diye bütün söz ve eylemlerinin tıkıldığı bu hapishaneyi parçalamaya meylediyor. Peki Birleşik Metal İş neden alternatif olamıyor? Bunu hiç düşünmeyecek mi sendika? Hakikatin/gerçekliğin eleştirisi karşısında kendini yıkıp yeniden kurabilecek örgütlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Somut durumu eleştirebilmek için önce somut durumun bize eleştirisine kulak vermek; yenilgilerimize, zaaflarımıza, güçsüz yanlarımıza odaklanmak zorundayız. Devrimciler -kendilerini daha güçlü göstererek büyüyen, arkasını ihtişama yaslayabilen muhafazakarların aksine- kendi güçsüz yanlarını keşfederek güçlenebilir ancak. Büyük işçi direnişi heyecanlandırıcı elbet, ama buradan yarına ne kalacak? "İşçiler yenilecek mi yenecek mi?" sorusuna sıkışmadan, mücadele etmenin kendisini bir kazanıma çevirebilecek bir siyasi hat üretebiliyor muyuz? Sınıf mücadelesinin sıcak anları her birimizin birbirimize muhtaç olduğunu görerek eşitleşme anlarımızdır; burjuva söylemince hep karşı karşıya konan "eşitlik" (her insanın değerli olması) ve "özgürlük" (her bir insanın daha güçlü olması) bu anlarda iç içe geçer; hep birlikte güçlenilir. Bursa'daki işçi direnişinde bu eşitleşme gerçekten yaşanıyor mu- mesela taşeronlar mücadelede içeriliyor mu?

12 Mayıs 2015 Salı

Hakiki Türk Derisi

Bugün bir dükkanın camında "Hakiki Türk Derisi" yazısı gördüm. Türklüğü vurgulayalım derken dozajı kaçırmışlar, insan Türklerin derilerini yüzüp ayakkabı yapan bir çete olduklarını düşünüyor. Belki de Anayasa'da yer alan "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür," maddesini çok ciddiye almışlardır. Hayvanların da bu devletin koruması altında olduğunu ve onların da hakları olduğunu da vurgulamak istiyor olabilirler elbet. Belki bu, bazı kabilelerde düşmanı yemenin ona karşı bir saygı gösterisi olduğu gibi derisi yüzülen hayvana karşı bir saygı gösterisidir: "Derini yüzdüm ama sonuçta hepimiz Türküz ve sana çok saygı duyuyorum"

1 Mayıs 2015 Cuma

1 Mayıs iyi mi oldu kötü mü?

Bugün 1 Mayıs iyi mi oldu, kötü mü, diye düşünüyordum. Erdoğan'ın ne kadar saçmaladığını görünce bugünün iyi olduğu kanaatine vardım. Bu konuda diyecek doğru düzgün hiçbir sözü yok. HDP ve CHP'nin asgari ücretin yükseltilmesi taahhütlerine karşı saçmalamış, "işveren isterse daha fazlasını verebilir zaten" demiş. İşveren niye daha fazlasını vermek istesin? Bunun her işçi farkındadır. Soma katliamından bahsederken "O malum olaydan sonra işgününü 7,5 saate indirdik," demiş. Yalanını geçelim, Soma'nın adını bile ağzına alamadığının resmidir. "Maalesef Doğu'da kayıtdışı çalışma var" demiş. Hasbelkader Batı'da yaşarken çalışma hayatımızın yarısından çoğunu kayıtdışı çalışarak geçirmiş insanlar olmasak, bu sebeple işsizlik sigortasından dahi faydalanamadığımızı bilmesek, buna da inanacağız. "Çalışma"dan anladığı ticaret herhalde, "kayıtdışı çalışma" derken de Kürtlerin sınır ticaretinden bahsediyordur. Karşısında soru sorabilecek tek bir gazeteci olan insan "Kayıtdışı çalışma İstanbul'da yok" diyemez.
Çalışma koşulları konusunda diyebilecek hiçbir sözü olmadığından sağlık hizmetine getirmiş konuyu hemen. O konuda da "Eskiden sedyeyle gidiliyordu hastanede, şimdi helikopterle gidiyor," diyor. MÜSİAD'da dinlediği anılardan etkilendi herhalde. Düşük ücretli hiçkimseyle konuşmadığı, bu bilgilere ulaşma ihtiyacı duymadığı belli oluyor. Bu kadar becerikli bir adam, bu konuda kendi istediği gibi kullanacağı bir anıyla bile temas edememiş demek ki. İşçilere gelince ancak sigarayı nasıl cebinden aldığını anlatıyor. İşçiler asansörlerden düşerek ölüyor, yaralanan hangi işçi için helikopter çağrılmış? "Asgari ücreti bilmiyorlar," dedi; asgari ücreti kağıtlarda bulamadı, "sanıyorum 1000 TL civarında" diye kapattı konuyu.
Alevi düşmanlığından, Kürt düşmanlığından, solcu düşmanlığından, nefretten başka tutunacak dalı kalmadı artık. Bunlarla işçilere kayıtsızlığını örtbas etmeye çalışıyor. İstikrar iddiası bile ciddiyetini kaybetti. İnsanları korkutacak, insanları birbirinden nefret ettirtecek, tutunacak başka dalı yok artık. Ha, bu dala tutunabilir mi? Evet, biz o dalı kesemedikçe tutunabilir.

http://haber.sol.org.tr/turkiye/erdogan-1-mayista-taksim-israri-art-niyetli-115282

28 Nisan 2015 Salı

"İşçi sorunu" hangi sırada yer alsın?

Duran Kalkan HDP bildirgesinde işçilerin daha alt sırada olmasını eleştirmiş, pek çok arkadaş da bu eleştiriye sempatik yaklaşmış. Kanımca bu eleştiri doğru değil.
Öncelikle işçi sorunu bir kimlik sorunu değil. O yüzden işçi sınıfı açısından önemli olan özgürleştirilmesi istenen kimlikler arasında hangi sırada yer aldığı değil, doğru yerine yani ekonomi politikaları eksenine oturtulmasıdır. Kimlik mücadeleleri kimlikleri özgürce yaşamak için verilirken işçi mücadelesi işçi olarak tıkıldığımız alanları parçalamanın ve nihayetinde başkalarının işçisi olmaktan kurtulmanın mücadelesidir; bunlar iki başka alandır ve aynı başlık altında sıralanması zaten yanlış bir yaklaşım. Bu alanda pek çok sosyalistin işçi mücadelesini bir kimlik mücadelesi olarak tanımlama pozisyonuna düştüğünü, böylece tam da kimlik mücadelelerini "liberal" olarak tanımlarken -işçilere yeterince önem verilmediğini söylemek suretiyle- esasında liberal bakış açısına düştüklerini düşünüyorum. Emek mücadelesini derinleştirecek hiçbir perspektif geliştirmeksizin grevlere destek veren, işçi eylemleriyle "destek" ilişkisi kuran, işçi sınıfı mücadelesini aktivizmin bir parçası haline getiren, vs. pozisyonlar bu tarz yaklaşımın neticesi.
Biz emek cephesi için mücadele edenler açısından HDP'nin işçi sınıfına ne vaat ettiği çok da önemli değil açıkçası. Demokratikleşmeye, yani örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılmasında ve bunun önündeki en somut engel AKP'nin geriletilmesinde rol alması bile yeterli. (Bunun dışında CHP'nin ve HDP'nin asgari ücreti yükseltme gibi ekonomik vaatleri yoksulluğa mahkum olmadığımızı işaret etmek açısından hayırlı ama o kadar hayati değil. Gelişkin bir emek mücadelesi olsa zaten bu talepler tabandan yükselir ve daha gerçekçi olur). Gerisi emek mücadelesini veren emekçilerin katedebileceği yol.
Bu yaklaşımı geliştirmezsek ve "özgürleşecek kimlikler" sıralamasını bu kadar önemsersek kimi öne kimi arkaya alacağız? Açıkçası en arkaya düşecek "Beyoğlu marjinalleri" olacaktır ve ben bu açıklamanın biraz da hükümet cephesinin "Kürtlerden daha çok lezbiyenlerden bahsediyorlar" açıklamasına bir cevap olduğunu düşünüyorum. Eğer daha derin bir yaklaşım geliştirmeden buraya düşersek halkın gerici yanlarına teslim olmuş buluruz kendimizi. Eğer kimliklerin sıralaması sayısal güçleriyle belirlenecekse Süryanilerden, Ermenilerden filan da sarfı nazar etmemiz gerekecek. Eğer sayısal güçleriyle değilse bu sıralama neye göre belirlenecek?
Velhasılıkelam, çözüm kimliklerin nasıl sıralanacağını düşünmekte değil, her şeyi yerli yerine oturtmakta.

24 Nisan 2015 Cuma

"Evlere kapılarından girin"

"Evlere kapılarından girin" deniyor Kuran'da. Ermeni Soykırımı meselesini yan tartışmalara, nedenlere, belgelere boğmanın anlamı yok. Belgelerde ne arıyorsanız onu bulursunuz. Esas mesele neyi dert ettiğiniz, neyi aradığınızdır. 
Kapımız bugündür, bugünkü açıklamalarını derinlemesine ele almak bile çok şey anlatır. Resmi açıklama soykırım yapılmadığını söylüyor, sonra "Masum Ermeniler"den özür diliyor. Bu, zaten Ermenilerin Ermeni oldukları için öldürüldüğünün ikrarıdır ki doğrudur. Sonuçta açıklamada coğrafi birim sayılmıyor, masum Kayserililer, Bitlisliler, Vanlılar, Karslılar, Kütahyalılar, vs. bunlardan özür dilenmiyor. Bunun iki anlamı var: İlki insanlar bir savaş bölgesinde oldukları, söylenegeldiği üzere güvenlik tehdidi oluşturdukları için öldürülmediler, etnik kimlikleri hasebiyle öldürüldüler ve bunu herkes biliyor; bu söz de bu gerçeğin kabulü, "kılıç artığı" sözü de bu kırımın mirasını taşıyor. 2.'si zaten Ermeniler bu coğrafyayla bağlarının kopartılması için tehcir edildiler ve öldürüldüler. Tehcir etmekle katletmek madalyonun iki yüzüdür, biri söküp toprağın altına gömer, diğeri söküp toprağın dışına atar. Bu yüzden Ermenilerin coğrafyayla bağları zikredilerek anılması soykırımın gerçek sebebini açığa çıkartacaktır ve politik değişim olmadan bunu yapmak imkansızdır. Ermenilerin bu şehirlerle bağını kabul ederseniz, onları topraklarından ayırdığınızı da kabul etmiş olursunuz, bunun özrü sözle olmaz toprağına davet ederek olur. E geri gelirlerse ne olur? Fatih Altaylı'ya gidip, "Sen Müslüman değil misin? Nasıl oluyor da senin bir klisen oluyor" diye sorarlar. Bu olmasın diye ne olur? Fatih Altaylı "biz bir şey yapmadık, onlar yaptı" diye bas bas bağırır.
Diğer yandan Ermenilerin silahlandığı ve bu sebeple öldürüldükleri için suçlanamayacağını söyleyen bütün tezler bir Kürt soykırımını da mümkün kılıyor. Kürtlerin de silahlı ve devlete isyan eden bir örgütü var. Bu bütün Kürtlerin öldürülmesini meşru mu kılıyor? Roboski'deki fukaranın öldürülmesini meşru kılan zihniyet, Ermeni Soykırımına karşı çıkmak için ortaya atılan tezlerle temelleniyor. Neticede bir cinayete cinayet dememek, cinayetin olmadığını değil, sizin bu cinayeti haklı gördüğünüzü gösterir. Mesela ben, tecavüzcüsünü öldüren Nevin Yıldırım'a katil demem, diyemem. Ancak Türkiye'nin resmi tezleri bundan çok farklı. Hem cinayet yokmuş gibi, hem de cinayetler haklıymış gibi konuşuluyor, konular bilinçli şekilde birbirine karıştırılıyor. Bu açıdan tutumu netleştirmeye zorlamak lazım. Ermenilerin sırf Ermeni olduğu için öldürülmediğini söyleyen biri varsa onunla tartışırım. Ancak Ermenilerin sırf Ermeni oldukları için öldürülebileceklerini savunan her kim varsa benim düşmanımdır.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Erdoğan'ı taraflı olduğu için eleştirmek

Erdoğan'ın taraflı olduğunu söylemek, Anayasa'yı çiğnediğini göstermek filan doğru bir strateji değil çünkü hukuku çiğnemek zaten onun seçim taktiği. Hukuku ihlal etmek, Anayasa'yı (gizli saklı değil) göstere göstere çiğnemek onun propaganda taktiği. "Ben kanunum, ben devletim," diyor. Verdiği sübliminal mesaj şu: Gücüme güç katarsanız siz de bu gücün parçası olursunuz! Bu açıdan hukuku ihlal ettiğini değil, hukuku ihlal etmesinin onun seçim taktiği olduğunu göstermek gerekiyor. Erdoğan'ın, güçlendikçe ona güç verenlerden daha da kopacağını vurgulamak gerekiyor. "Ne yaparsanız yapın ben kanun olmaya devam edeceğim" diyor, "hukuku çiğniyor" yaygarası onun işine geliyor. Erdoğan'ın hukuku çiğnediğine değil alternatiflerin olduğuna vurgu yapmak gerek. Yoksa onun "yıkılamayacak güç olduğu" ve kendisinden başka hiçbir gücü tanımak zorunda olmadığı imajına destek vermiş oluruz. Çağımızın faşist liderleri liberallerin "ama hukuk çiğneniyor" yaygaralarından da kuvvet alarak yükseldi. Zaten hukuku çiğneyeceğini vaat eden birini hukuku çiğnemekle eleştirmek kadar saçma bir tavır olamaz. Hukuku çiğnemesi bir olgu, bunun sebebini anlayıp ortadan kaldırmaya yönelmedikçe yaygaramızla Erdoğan'ın değirmenine su taşımış oluruz.
Bu yüzden 7 Haziran normal bir seçim değil, "Erdoğan'ın her sözü kanun olsun mu?" referandumudur. Bu referandumda öncelikli görevimiz Erdoğan'a en az milletvekilini vermek, bir kişiye mahkum olmanın tek seçenek olmadığını her fırsatta ve her an anlatmak. Bütün AKP provakasyonları, alternatif sözlerin dolaşıma girmesinden korkulduğu için yapılıyor

21 Nisan 2015 Salı

Erdoğan, şiir vs.

Yine Erdoğan, yine etkileyici ses tonuyla tüyleri diken diken eden şiirli bir reklam. Ancak şiirinin kalitesi düşmüş, kendi siyasi düşüşünün habercisi.
Bu reklamın AKP'nin seçim kampanyasının bir parçası olduğu ve Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlık ilkesini çiğnediği yönündeki haklı ama güçsüz eleştirileri, hukukun güçler dengesinin sonunda kurulan bir denge olduğunu hesaba katmayan; hukuku sırf "iyi bir şey" diye herkesin uyması gereken kurallar bütünü olarak kabul eden sosyal bürokratlara bırakıyorum.
Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçiminde Sezai Karakoç'un şiirini kullanmıştı. Açıkçası çok sevdiğim bir şiirdir ve dinlerken rahatsız da olsam tüylerim diken diken olmuştu (soL'dan "Erdoğan'ı dinlerken tüyleri diken diken olmuş" haberi beklerim). Gerçek bir muhalefet karşısında fikriyle beraber şiiri de gerilemiş. "Hizmet" ve "istikrar" vurgusundan "vatan" vurgusuna geçilmiş, ama en bayağı biçiminde. Sezai Karakoç'tan Arif Nihat Asya'ya, "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır"dan "bizi sen vatansız bırakma Allahım"a.
Sezai Karakoç sevenlerin, Arif Nihat Asya resmi törenlerin şairidir: İlkokullarda ve askerde okunan "Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım"ın şairi. Karakoç "sevgili"ye hitap eder, Asya "kahraman"lara. Karakoç sürgündür, baharları mezarlardan yükseltir. Asya önce kuşların yuvasını bozar, sonra kendisini vatansız bırakmaması için Allah'a dua eder. Bu imgeden yoksun şiirin, fikren aşamayacağı bir sığlık düzeyidir.
Mesela Mehmet Akif Ersoy için aynı şey söylenemez. Elbette o da milliyetçidir ama imgelerinin gücü onu fikri bir derinliğe taşır. "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak" ifadesi, "Bizi vatansız bırakma Allahım" yakarışından katbekat kuvvetlidir. İlkinde vatan, ocağın tüttüğü yer -kaldı ki Mehmet Akif sürgün yaşadı-; ikincisinde vatan, kurtarmaları için kahramanların beklendiği yer.
Neticede, iyi bir şiirde, kendi fikrinin üstünde bir fikir vardır. (Resmileşmediği sürece sevilebilir).
Bu şiir, Erdoğan'ın siyaseten düşüşünün belgesidir, kahramanlara seslenilirken konu Erdoğan'a bağlanır. Şiirin ve siyasetin düştüğü yer faşizmdir. "Bizi vatansız bırakma Allahım" derken kendisi çıkıyor, Erdoğan Çanakkale şehitlerinden el alıyor, seyirciye de Allah'ın bizi Erdoğansız bırakmamasını istemek kalıyor.
Erdoğan kendi gücünü göstererek gücünü korumaya çalışıyor, gücünün güç gösterisinden başka sığınağı kalmadı, kendisi olmayan bir vatanı imkansızlaştırıyor. Şiirli video da bunun tescilidir. Kendi düşüşünü düşünülemez hale getirmeye çabalıyor. Erdoğan konuyu "hizmet" ve "istikrar"dan buraya getirdiyse tam da başka ihtimaller gündeme geldiğindendir. Ancak bu geçişi görüp ona göre konumlanmamız gerek. Sesindeki faşist ton yükseliyor, gücün güçten başka dayanağı kalmadığında başka bir yol kalmıyor.



14 Nisan 2015 Salı

Erdoğan ve Ağrı HDP

Ağrı HDP il örgütünün oyununu bozduğunu kabul edemiyor. Çünkü bu oyunu bozan koca koca istihbarat örgütleri değil, küçücük sıradan insanlar. Ortada video var, Genelkurmay'ın teşekkürü var, adam hâlâ "yaralı askerleri taşımadılar" diyor. Ve bundan sonra gelebilecek tek cümleyi söylüyor: "Lan siz kendinizi ne sanıyorsunuz?"
Kaybedeceği çok şey var. Pozisyonunu ancak bizim sözümüzle kendi sözünün, bizim belgelerimizle kendi belgelerinin eşit olmadığını kabul ettirerek koruyablir. Hesaba hiç katmadığı şeyse Genelkurmay'ın onu satacağı oldu. Genelkurmay o görüntüleri yalanlamadı Erdoğan, yalanlamadı. Bunu sindirmen zor, ama yalanlamadı ve hatta teşekkür etti.
Erdoğan'ın provakasyon yapacağı da belliydi, Genelkurmay'ın onu ilk fırsatta satacağı da. Burada öngörülemeyen tek şey HDP Ağrı örgütünün uyanıklığı ve fedakarlığı oldu. Hem insanlık dersi veren hem de bunu akıllıca yapan tüm arkadaşlarımı gözlerinden öperim. Tarihin seyrini belirleyecek bir adım attılar, bu adıma tüm kuvvetimizle sahip çıkmamız lazım.


http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/254363/Erdogan_dan_HDP_ye__Yav_siz_kendinizi_ne_zannediyorsunuz__.html

13 Nisan 2015 Pazartesi

İHA düşüren şempanze

"Hollanda'nın Arnhem kentinde bulunan Royal Burger's Hayvanat Bahçesinde gözetleme görevi yapan bir insansız hava aracı Drone şempanzenin saldırısına uğradı"
Haberde aynen böyle diyor vallahi. Bir haber nasıl yazılıyor? "Habercilik ne anlama gelir?" dersi versem bu haberi tekrar tekrar okuturdum. 
Ham bilgi /veri: Şempanze insansız hava aracını düşürdü.
Haber: İnsansız hava aracı şempanzenin saldırısına uğradı. 
Haber, kimi anlamaya niyet ediyorsa bize de onu anlatıyor. Burada haber insanı bile değil- insana ait insansız hava aracını anlıyor, onun dilinden konuşuyor.
Mesela bu haberi ben yapsam "Şempanzelerin yaşadıkları alana giren tanımlayamadıkları, tehditkar bir yaratık etkisiz hale getirildi" diye yazsam mı, diye düşünürdüm. Ancak haberi okuyacak şempanze bulamayacağım için hiçkimseyi memnun edemezdim. Yazamazdım. Daha şempanzelerin zaten biz insanlar tarafından dar bir alana tıkıldığı, bir de orayı neden insansız uçaklarla taciz ettiğimiz meselesine gelmedik bile.

http://arsiv.dha.com.tr/sempanze-insansiz-hava-aracini-dusurdu_907762.html

AKP'nin 40 milletvekili programı

Basın AKP'nin seçim programını, seçim bildirgesini bekleyedursun, AKP seçim bildirgesini çoktan açıkladı. Erdoğan "400 milletvekili istiyorum" dediği an bu program açıklanmıştır, "Erdoğan bildirgeye müdahale etti mi?" tartışmaları dahi gereksizdir, hükümsüzdür, gerçeğin üzerini örtmeye yaramaktadır. Sonradan bu sayının düşürülmesi hiçbir şey ifade etmez, önemli olan AKP programı, yani Cumhurbaşkanına uygun bir sistem kurabilecek sayıda milletvekili çıkarılmasıdır. 
Şu anda bu planına uygun bir istikamette gidiyor. AKP'den HDP'ye giden Kürt oylarını gözden çıkarmış bulunuyor, Dengir Mir Mehmet Fırat'la Mehmet Emin Ekmen'in pozisyonlarının umursanmayışı bunu gösteriyor. AKP, savaşı provoke ederek bir yandan HDP'yle ilgisi olmayan ama oraya meyledenlere oynuyor. Çözüm sürecini krize sokacak, sonra da HDP savaş partisi diyecek. Diğer yandan MHP'ye kayan oyları tutmaya çalışıyor.
Bu ölümcül stratejinin sonucu ortada, aşağıdaki haberde görünüyor. HDP'liler bu provakasyonu boşa çıkarmıştır. 90'larda bin beterini gördükleri için bu senaryolara hazırlıklı olmaları ve gerçeği ortaya çıkarma imkanlarını kullanmaları provakasyonu boşa düşürüyor. Ağlanıp sızlanacak, AKP'ye "Bunu da mı yaptılar!" diye şaşıracak vakit yok, AKP çıkarlarının gereği olarak yalan söylüyor, biz de çıkarlarımızın gereği olarak doğruları söyleyeceğiz.
Erdoğan'ın programı 7 Haziran seçimlerini seçim olmaktan çıkarıyor. Demir Küçükaydın'ın doğru tespit ettiği gibi: Bu bir seçim değil, referandum. Referandumun sorusu şu: Erdoğan'ın yetkisi sınırlandırılsın mı, sınırlandırılmasın mı? Bu soruya net "sınırlandırılsın" diyebilen herkes "HDP barajı geçmeli" pozisyonuna geçmeli. 7 Haziran'da Erdoğan'a bir milletvekili kazandırmanın anlamının dahi herkese net bir şekilde anlatılması gerekiyor. AKP'lilerle konuşurken AKP milletvekillerinin dahi nasıl harcandığı net bir şekilde anlatılabilir, önceden temsil ettiği "istikrar"ın artık bahsinin bile geçmediği üzerinde durulabilir. Çatışma hevesi de artık bu zeminde tutunamadığının ispatı. AKP karşıtlarına pozisyonlarının gereğini yerine getirmelerini ve Erdoğan'ın her sözünün kanun olmaması için, sınırsız yetkinin tek kişide toplanmaması için HDP'ye oy vermeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
AKP binde beşin önemini biliyor, anketlerde yükselen HDP'ye silahla cevap veriyor. Binde beşin önemini biz de bilmeliyiz. Bir kişiyi ikna etmek için iki yüz kişiyle konuşabilmeliyiz.


http://t24.com.tr/haber/demirtas-agrda-yaralanan-askerleri-sivillerin-tasidigi-fotograflari-paylasti,293342

10 Nisan 2015 Cuma

Sınırlar zorlanıyor: İnsanlar ve aletleri patlıyor!

Basın bize olan biten her şeyi olduğu anda bildiriyor, her yeni gelen haber eskisini itiyor, yok ediyor. Olayları birbiriyle ilişkilendirmek lazım. O zaman AKP'nin ekonomik programının ne olduğu daha iyi anlaşılacak, yani ekonomik büyümenin nasıl gerçekleştiği meselesinin.

1) Bugün altın imalat bölgesinde yangın çıktı. Sebebini henüz bilmiyoruz ama ekonomik büyüme için teşvik edilen kayıtdışı olmanın ötesinde tamamen kontrolsüz üretimin buna yol açtığını söyleyebilir miyiz? Durum buysa şaşırtıcı olmaz. Davutpaşa patlaması kontrolsüz üretim sebebiyle yaşanmış, çok insanın canına mal olmuştu.


2) Soma: Hadi hadi düzeni. Bütün toplumsal düzen bundan iyi ifade edilemez. Ekonomik büyüme gökten zembille inmiyor, birilerinin hep daha fazla çalışması pahasına oluyor. Bu durumu kimse dünyanın en büyük iş katliamlarından Soma'nın bir işçi tanığından daha iyi tarif edemezdi. İşçiler üretim bir an olsun geri durmasın, hiç vakit kaybedilmesin diye vardiya değişimini madenin içinde yaparken öldüler.



3) Esenyurt AVM: İşçiler büyük paralar kazandıracak koca AVM'yi inşa ederken çadırda kalıyordu. O çadırda 11 işçi yanarak öldü. Ama hayat devam etti, AVM bugün iyi iş yapıyor.



4) Esas misyonu çalışanları işlerine götürüp getirmek olan metrobüs bile (metrobüs geçtikten sonra Beylikdüzü duraklarında yükselen 30'ar katlı binalar bunun ispatı) çalışma yoğunluğuna dayanamayarak sıkça yaşanan kazalardan birine  sahne oldu. Bu sefer metrobüs cayır cayır yandı. Sadece insanların değil, makinelerin, motorların bile fiziksel sınırlarının zorlandığını bu örnek ortaya koyuyordu.
Not: Bugün de bir metrobüsün tekeri fırladı.


 5) Metroda demir saplanan adam: Tadilat sürdüğü halde "hızlı iş yapmak" adına ulaşıma açılan Seyrantepe metro istasyonunda tuhaf bir "kaza" oldu. Tadilatta kullanılan demir çubuk metroya girerek bir yolcunun kalçasına saplandı. Fatih Çoban, Gayrettepe'de çalıştığını ve trafiğe takılmamak için metroyu kullandığını söyledi. Şikayetçi olmayacağı yönündeki haberlere "Ben nasıl bir daha metroyu kullanacağım" diyerek şöyle cevap verdi:

"Hani bazı gazetelerde yazıyor, 'şikayetçi değil' diye. Böyle bir şey yok. Çünkü ben işe gidip gelen bir insanım. Mağdurum."
  O demir çubuk bu sefer, çalışanların değil, çalışma alanının dışındaki birinin -başka bir çalışanın- yaralanmasına sebep olmuştu. Muhtemelen işçilerden birini yaralasaydı, ölüm olmadığı takdirde haber değeri bile olmayacaktı.


6) Elektrik kesintisi: İnsanların ve makinelerin ötesinde enerjinin bile çalışma yoğunluğunu kaldıramadığı geçtiğimiz gün yaşanan elektrik kesintisiyle ortaya çıktı. İstifa eden genel müdür, maliyeti daha düşük olduğu için hep doğudan batıya enerji transferi yapıldığını, bu tek yönlü transferin kablolarda aşırı yüklenmeye sebep olarak çok ciddi sorunlara yol açtığını söylüyordu. Kârı düşürmenin en bilinen yolunun, Türkiye ekonomisinin dayanağı olan maliyetleri düşürmenin nelere mal olduğunu gösteriyor. Tabii ki emek maliyetini düşürmenin diğer sanayi girdilerini düşürmekten farkı, daha fazla zamanına el koyma veya onun üretkenliğini artırma gibi yolları da içerdiği için daha çok çeşitlilik arz ediyor. Bir de tabii, elektrik sisteminde veya makinede sorun çıkarsa çözmeniz gerekiyor, ama insan ölürse veya yaralanırsa o bir mülk değil "özgür birey" olduğu için fırlatıp atabilirsiniz.

7) Nihayetinde sağlık sisteminin iyileşmesi çalışanların tahribatını iyileştirmek için -bu sorumluluğu kamusal bir şekilde telafi etmek için- yürürlüğe girdi. Ancak GSS filan derken bu politika patladı. Sonuçta kamuya el koyan devlet, kendini sessiz sedasız çekiyor; bedensel, ruhsal her hastalığın maliyetini hastalara kesiliyor: Sigara içiyorsun, ekmek yiyorsun, tuz kullanıyorsun, çok stres yapıyorsun.

8) Artan bütün sorunlar yine bilindik yöntemle, doktorların emeği yoğunlaştırılarak çözülüyor. İstediğiniz zaman bir telefonla muayene randevusu alabildiğiniz hastanelerde, tedavi süresi kulak burun boğaz bölümünde 3 dakika, genel cerrahide 5 dakika. Tabii ki süre yetmiyor, hastanede hep bir huzursuzluk. Bu sıkıştırılmış takvim doktorla hastalar arasında kavgalara sebep oluyor. Doktorlar çaya veya tuvalete gittiğinde hastaları tarafından işleri geciktirildiğinden azarlanıyor (tepkinin şiddete dönüşmesinin çok kolay olacağını öngörmek zor değil, "doktora şiddet" haberleri burada devreye giriyor.). Çalışanlar açısındansa doğal olarak hastaneye gitmek vakit ayırmayı istiyor: Belki izin mizin zor, belki de çalışırken dinlenilemediği için insanlar işleri çabuk bitsin de bir an önce gidip bari o gün dinlenebilsin diye düşünüyor, doğal olarak.
Ekonomik büyüme, yukarıdan değil aşağıdan bakıldığında budur.

Son olarak şu haber de Türkiye'de gelir uçurumunun nasıl hızla açtığını, " ekonomik büyüme"nin sonuçları açısından da gösteriyor: http://m.wsj.com.tr/articles/SB10489115138694863277004580213913797571040?mobile=y