Bunca yıldır Kürtleri beğenmemek için bahaneler arayanlar, Selahattin Demirtaş'ı beğenmemek için de gerekçeler bulur elbet. Ben de bulabilirim, "servet düşmanı değilim" dedi mesela. Halbuki ben oyumu Robin Hood'a vermek isterdim. Ama o sandıktan değil ormandan çıkmıştı değil mi? Ormandan çıkan bir seçeneğiniz varsa sizinleyim; yoksa oyum Demirtaş'a. Gel beraber ormana gidelim diyen olursa, iki günde yeni bir seçenek yaratamayacaksak bu pazar oyumu kullanayım, sonra, derim. Ormanların yakılması meselesinin şimdilik üstünden atlayalım.
Erdoğan'ı temsil ettiği "değerler" üzerinden eleştirenler, Demirtaş'ı temsil edemediği "değerler" üzerinden eleştiriyor. Mesela Gezi meselesi. Ama mücadelemizi bir lider üzerinden yürütmezsek ("benim adıma mücadele yürütecek mi?" sorusuna değil, "benim mücadelemi kolaylaştıracak mı?" sorusuna cevap ararsak) bizi mutlak bir şekilde temsil edecek bir lider arayışında olmayız. "İnsanlar nasıl özgürlüklerinin peşinden koşarcasına köleliklerinin peşinden koşuyor?" sorusu karşısında, hepimizin aklına başkaları geliyor. Halbuki biz, kendimiz, aynı şeyi yapmıyor muyuz? Çağdaş gösteri/medya demokrasisinin yozlaştırdığı demokrasi anlayışının içine doğmadık mı? Seveceğimiz liderler istemiyor muyuz? Siyaset etmenin başka yollarını bulmadığımız sürece istediğimiz budur. Demokrasi, kuruluşunda, bir temsil olacaksa bile bu temsili belli somut çıkarlar ve ilkelere yaslıyordu (İşçi sınıfının çıkarları mı öncelikli dinin elden gitmemesi mi?) Çağımızda ise liderlerin duygularımızı temsil ettiği zannı yaygınlaşıyor. Siyaset sahnesinden çıkarlarımızı sevgilerimize feda etmeyi öğreniyoruz böylece, maaşını kocasına teslim etmek durumundaki bir kadın gibi. Bunu yapmazsak bağlılık olarak formüle edilen sevgimiz sorgulanacak. Çağdaş diktatörlük böyle kuruluyor.
Erdoğan'ı sevenler onu duygularını temsil ettiği için seviyor, Kılıçdaroğlu'nu yetersiz bulanlar onu duygularını temsil edemediği için sevmiyor. (Kürt hareketi ise aktif bir örgütlenmeye yaslandığı için duyguları kolektif bir şekilde oluşturmaya daha açık, ama bu şimdilik ayrı bir mesele). Demirtaş'a sempati besliyorum, bu ayrı, ama Demirtaş'a oy vermem için onu sevmem mi gerekiyor?
Duygulanan bedenlerin örgütlenmesine dayanan politika, duyguların temsil edilerek bedensizleştirilmesine evriliyor.
Neticede bu seçimde üç aday üç farklı demokrasi tipini temsil ediyor. Erdoğan demokrasiye kendi adını veriyor, Ortadoğu'ya kendi nezdinde bir Sünni Türk olarak giriyor (Kürtlerle işbirliği yapar ya da yapmaz ama küstahlığı bakidir). İhsanoğlu içeride ve dışarıda (ulusal ve uluslararası) idare-imaslahatçı geleneksel sağın demokrasisini temsil ediyor; statik güçlerin dengelerine sığınıyor. Demirtaş ise enternasyonal bir demokrasi imkanını sunuyor, hem Türkiye demokrasisini derinleştirme vaadi hem de Kürt kimliğinin ulus-aşırılığında somutlaşıyor bu pozisyon. Bu ulusa sığmaması hoşunuza gitmiyorsa gitmesin. Açık konuşulsun ki, "Hangi adayı sevelim?" tartışması yapmadığımız açığa çıksın; kim kazanırsa kazansın yarına bir şey kalsın. Seçim her şey olmasın, sadece toplumun politize olması doğru kullanılıyor olsun.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder