Remzi Kitabevi çalışanları sendikaya girdiği için işten atıldı, boykot
var. Burada, kuru bir tüketici tavrının ötesinde sınıfsal bir tavır
almanın, emek cephesi adına bir mevzi kazanmanın imkanı yaratılamaz mı?
Şöyle söyleyeyim, bütün basın yayın camiası örgütlenme hakkı karşısında
boyun eğmeye çağrılamaz mı? Öncelikle şunu kabul ederek başlayalım,
çalışanların örgütlü olmaması başından itibaren bir baskının neticesi.
Yoksa kim toplu sözleşme yapma hakkını istemez allahaşkına!
Çalışanlara, "Maaşını ve bütün haklarını sadece patron mu belirlesin,
yoksa önce iş arkadaşlarınla konuşup patronunla pazarlık yapmayı mı
tercih edersin?" diye sorulmuş da; çalışanlar, "Vallaha patron ne derse o
olsun" cevabını vererek demokratik hakkını kullanmış gibi konuşuluyor
bu konu. Bir kurum demokratik olduğunu mu ispat etmeye çalışıyor; önce
çalışanlarının örgütlenme hakkına boyun eğsin. Remzi Kitabevi, Birgün,
vs. hiç fark etmez. Ayrıca örgütlenme hakkı ifade özgürlüğünün gerçek ve
tek güvencesidir ki, bu bütün sektörü yakından ilgilendiren bir konu.
Basında çok açık görünüyor, "güçlü patron" iş ilişkilerini sürdürmek
için çalışanlarını kurban ediyor kolayca. Burada sansüre ve otosansüre
karşı güvence çalışanların örgütlenmesi olabilir ancak. Biz hakları
kategorize edince aralarındaki ilişkileri unutup gözardı ediyoruz,
bunları hatırlamak lazım. Mesela hakim ve savcıların hür ve vicdanlarına
uygun çalışabilmeleri için iş güvenceleri sağlanmıyor mu? Gazeteciler
farklı özellikler taşıyan bir ırk değilse, onlara iş güvencesi
sağlanmaması özgürce çalışmalarının istenmediği -her şeyi
yazamamalarının güvenceye alınması- anlamına gelir. Burada kültürel
üretim alanına özgü bir mücadele yöntemi geliştirilebilir,
geliştirilmeli. Kültürel alan doğası gereği -tersanelerden farklı
olarak- demokrasi talep etmek ve demokrasiden beslenmek durumunda çünkü.
Çalışanlar örgütlenir, örgütlenemiyorsa bir baskı vardır ve bu o
kurumun demokrasi ayıbıdır. Emek piyasasının çok az bir bölümü bu hat
üzerinde mücadele edebilecektir tabii ki, ama bu durum küçümsenmesin.
Dediğim gibi bu bir mevzi ve mevzilerin önemini belirleyen
büyüklüklerinden ziyade alan hakimiyetleridir. Demokrasinin siyasetin en
hegemonik kelimesi olduğu ve hatta siyasetin demokrasi kelimesine
indirgenerek içinin boşaltıldığı bir çağda bu alana emek cephesinden
yana bir giriş yapma mücadelesi anlamlı olur diye düşünüyorum.
24 Ağustos 2014 Pazar
19 Ağustos 2014 Salı
Güç gösterisinin yenilgisinin tarihi
Bir güç gösterisinin yenilgisinin tarihi, tarihten ders alamamanın
tarihi. zafer nidalarıyla ayaklar altına aldığınız adamı ilk kez
öldürmediğinizin farkındasınız değil mi? Adamı öldürmüşsünüz heykelini
yapmışlar, heykeli yıktınız şimdi, ayaklarınıza serdiniz, güzel, şimdi
sırada ne var? Üstüne basa basa balonunu mu patlatacaksınız? Koca
devletin bir heykeli yıkmaya gücünün yeteceği zaten açık, yetmiyorsa
bırakır devletliği. Bir insanı ve daha fazlasını öldürmeye de gücü yeter,
bu da açık. Ama bu güç gösterisi politikası ne kadar sürdürülebilir? Esas soru şu: Gücünü abartarak göstermek gücünü korumanın garantisi
midir? Bir gün, gücünüz kırılganlaştığı anda (ki bir gün kırılganlaşır,
dünya üzerinde hiçbir güç mutlak değil), gücünüzü göstere göstere ikna
ettiğiniz insanlar o kadar da güçlü olmadığınızı düşünürse bir an, o
zaman ne olacak? Gezi krizi de bu değil miydi? Gücünü göstererek her
şeyi yapan devletin gücünün tükendiği anda polis parktan geri çekilmiş
(nihayetinde polisler de yorulan birer insan olduğu için, aniden büyüyen
bir tepkinin daha ne kadar büyüyebileceğini kestirmenin güçlüğünden,
yedek güçleri sevk etmek az da olsa zaman gerektireceğinden ve makul
protesto eylemine karşı bütün bunları sürdürmenin saçmalığından, vs.),
sonra polisin yeniden girmesinin politik bir hamle gibi görünebilmesi
için 15 gün beklemek gerekmişti (belli bir kamuoyunun oluşturulması,
"ilk 3 gün masumdu sonra bozdular" teorisi için "provakatör" vurgusu,
darbeye bağlanması, "yedirtmeyiz" fikrinin gelişmesi, vs.). Polisin 15
gün beklemesi politik bir hamleydi, geri çekilmesi kaba güçle yol
alınmaya devam edilememesinden kaynaklandı ama devlet bu gücü 1 gün
içinde yeniden toparlayabilirdi, tercih etmedi. Artık sürdürülemeyeceği
açık bu politikayı (düşmanı ayaklarının altında ezerek yok etmek) ne
kadar sürdüreceksiniz? Devletin şu anda attığı adımlar da bunun
sürdürülemeyeceğinin ispatıyken hem de.
13 Ağustos 2014 Çarşamba
Komplo teorileri üzerine bir komplo teorisi
Komplo teorileri hep şu soruyu soruyor: Kim kimi kullanıyor? Bu soru nefes almayan, yeni bir soru üretmek yerine bizi hep aynı döngüye sokan ölü bir fikir dünyası üretiyor, biz canlılara hiçbir yer bırakmıyor. Güçsüzsek ancak kullanılan kişiler olarak var olabiliyoruz. Korkutuluyoruz, ne heybetli güçlerin karşısındaymışız meğer, kaygılara sevk ediliyoruz: Şöyle yapsam bunu kim kullanır, böyle yapsam kim kullanır, sorularına cevaben hareket etmemiz isteniyor. Öncelikle ilkesel olarak siyasetin zeminine korkuyu koyan her fikre şüpheyle yaklaşmaktan yanayım. Korku, eyleme gücünü azaltır, insanları kederlendirir, pasifize eder. Bir fikre yaklaşırken, bu pasifize edecek bir fikir mi, yoksa eyleme geçirecek bir fikir mi; bu fikir bizim düşünme/eyleme imkanlarımızı azaltıyor mu yoksa artırıyor mu, sorularıyla yaklaşmaktan yanayım. Komplo teorileri insanları pasifize eder. Sorun gerçek olup olmamalarından ziyade budur. Yoksa her fikir gibi gerçeğe bir şekilde bulaşmıştır, doğru yanları vardır, ama sorusu yanlış bir sorudur.
Eğer bir komplo teorisi üretseydim, ilk teorim tüm komplo teorilerinin dünyanın en güçlü merkezi tarafından üretildiği ve teşvik edildiği yönünde olurdu. Kimin kimi kullandığını ortaya koymaya çalışan komplo teorisyenleri bu kullanma ilişkisinden muaf mıdır? Kendileri de kullanılıyor olamaz mı? Otoriteyi kutsamakla eleştirilen Hobbes ve Machiavelli, aslında iktidarın kökenini işaret ediyorlardı. Komplo teorileri ise bu sorunu es geçip "aslında" kimin muktedir olduğunu sorun ediyor, bize iktidardan yakınarak onun gücüne güç katmak veya gücümüzü başka bir iktidara emanet etmek dışında yol bırakmıyor.
Öncelikle "kullanmak" kelimesi muğlak ve aşırı anlam yüklenen bir kelime. Bir siyasi terim gibi kullanılıyor ama Benjamin bizi kavramlarımızı net bir şekilde kullanmamız gerektiği, yoksa bu kavramların istismar edilebileceği yönünde uyarıyordu. Bu uyarıyı faşizmin solun kavramlarını istismar ederek (nasyonal sosyalizm) yükseldiği bir dönemde yapıyordu. Bu uyarıyı ciddiye almamız gerek. Bu açıdan "kullanmak" kelimesiyle başka bir durumu anlatmıyorsak, bunu yerine "yönetmek" kelimesini tercih etmekten yanayım. Yoksa herkes, zorunlu olarak ilişkiye geçtiği ölçüde herkesi kullanır zaten, bu bir haber değeri dahi taşımıyor. 1. Dünya Savaşı'nda düşmanı Rusya'nın iç savaşının büyümesinden faydalanacak olan Almanya mı Lenin'i kullanıyordu, yoksa proleter devrimci savaşını zafere ulaştırmak isteyen Lenin mi Rusya'yla emperyalist amaçlarla savaşan Almanya'yı kullanıyordu? Bu soruya verilecek cevap, bizim bakış açımızda saklı. Kimin kimi yönettiği gibi nesnel bir soruyla konuya yaklaştığımızda ise konu bu lakaytlıktan çıkar. İki tarafın da birbirini yönetemediğini ve kendi bakış açılarından birbirleriyle ilişkiye geçtiklerini görürüz. Komplo teorisyenleri -üzerine hiç düşünmeden- güçlünün güçsüzü kullanma ilişkisinin sabit olduğunu varsayıyor (burada düşünmemek, egemen fikirleri düşünmeksizin kabul etmek anlamına geliyor. Mesela kimin kimi yönettiği sorun ediliyor ama yönetim ilişkisinin kendisi sorun edilemiyor, "kullanma" kelimesinin belirsizliği de bunu gözardı edebilmek için işe yarıyor). Komplo teorilerinin ortaya koyduğu bakış açısı doğru olsaydı, güçlülerin güçsüzleri kullana kullana hep daha güçlenmesi, güçsüzlerin kullanıla kullanıla güçsüzleştikçe güçsüzleşmesi gerekirdi. Eğer böyleyse nasıl oluyor da eskinin güçlüleri bugünün güçsüzleri oluyor, güç dengeleri sürekli değişiyor?
Kimin kimi kullandığı sorusu ahlaki bir sorun. Nihayetinde akıllı olup kendimizi kullandırmamamız gerektiğini salık veriyor. Ama bize yapacak hiçbir şey bırakmıyor. Ahlaki sorunlar başkalarını itham etmek, siyasi sorunlar içinde yaşadığımız toplumsal örgütlenmeyi değiştirebilmek için ortaya konur. Benim açımdan da sorun ahlaki değil siyasi, ve sorum şu: Dünyanın Türkiyesi'nde, Türkiye'nin İstanbul'unda neyi/nasıl değiştirebilebiliriz? Bu değişimi emek cephesi ve dahi toplumun en aşağı kesimlerinin lehine çevirmek için hangi araçları kullanabiliriz?
Eğer bir komplo teorisi üretseydim, ilk teorim tüm komplo teorilerinin dünyanın en güçlü merkezi tarafından üretildiği ve teşvik edildiği yönünde olurdu. Kimin kimi kullandığını ortaya koymaya çalışan komplo teorisyenleri bu kullanma ilişkisinden muaf mıdır? Kendileri de kullanılıyor olamaz mı? Otoriteyi kutsamakla eleştirilen Hobbes ve Machiavelli, aslında iktidarın kökenini işaret ediyorlardı. Komplo teorileri ise bu sorunu es geçip "aslında" kimin muktedir olduğunu sorun ediyor, bize iktidardan yakınarak onun gücüne güç katmak veya gücümüzü başka bir iktidara emanet etmek dışında yol bırakmıyor.
Öncelikle "kullanmak" kelimesi muğlak ve aşırı anlam yüklenen bir kelime. Bir siyasi terim gibi kullanılıyor ama Benjamin bizi kavramlarımızı net bir şekilde kullanmamız gerektiği, yoksa bu kavramların istismar edilebileceği yönünde uyarıyordu. Bu uyarıyı faşizmin solun kavramlarını istismar ederek (nasyonal sosyalizm) yükseldiği bir dönemde yapıyordu. Bu uyarıyı ciddiye almamız gerek. Bu açıdan "kullanmak" kelimesiyle başka bir durumu anlatmıyorsak, bunu yerine "yönetmek" kelimesini tercih etmekten yanayım. Yoksa herkes, zorunlu olarak ilişkiye geçtiği ölçüde herkesi kullanır zaten, bu bir haber değeri dahi taşımıyor. 1. Dünya Savaşı'nda düşmanı Rusya'nın iç savaşının büyümesinden faydalanacak olan Almanya mı Lenin'i kullanıyordu, yoksa proleter devrimci savaşını zafere ulaştırmak isteyen Lenin mi Rusya'yla emperyalist amaçlarla savaşan Almanya'yı kullanıyordu? Bu soruya verilecek cevap, bizim bakış açımızda saklı. Kimin kimi yönettiği gibi nesnel bir soruyla konuya yaklaştığımızda ise konu bu lakaytlıktan çıkar. İki tarafın da birbirini yönetemediğini ve kendi bakış açılarından birbirleriyle ilişkiye geçtiklerini görürüz. Komplo teorisyenleri -üzerine hiç düşünmeden- güçlünün güçsüzü kullanma ilişkisinin sabit olduğunu varsayıyor (burada düşünmemek, egemen fikirleri düşünmeksizin kabul etmek anlamına geliyor. Mesela kimin kimi yönettiği sorun ediliyor ama yönetim ilişkisinin kendisi sorun edilemiyor, "kullanma" kelimesinin belirsizliği de bunu gözardı edebilmek için işe yarıyor). Komplo teorilerinin ortaya koyduğu bakış açısı doğru olsaydı, güçlülerin güçsüzleri kullana kullana hep daha güçlenmesi, güçsüzlerin kullanıla kullanıla güçsüzleştikçe güçsüzleşmesi gerekirdi. Eğer böyleyse nasıl oluyor da eskinin güçlüleri bugünün güçsüzleri oluyor, güç dengeleri sürekli değişiyor?
Kimin kimi kullandığı sorusu ahlaki bir sorun. Nihayetinde akıllı olup kendimizi kullandırmamamız gerektiğini salık veriyor. Ama bize yapacak hiçbir şey bırakmıyor. Ahlaki sorunlar başkalarını itham etmek, siyasi sorunlar içinde yaşadığımız toplumsal örgütlenmeyi değiştirebilmek için ortaya konur. Benim açımdan da sorun ahlaki değil siyasi, ve sorum şu: Dünyanın Türkiyesi'nde, Türkiye'nin İstanbul'unda neyi/nasıl değiştirebilebiliriz? Bu değişimi emek cephesi ve dahi toplumun en aşağı kesimlerinin lehine çevirmek için hangi araçları kullanabiliriz?
8 Ağustos 2014 Cuma
Demirtaş'ı beğenmemek
Bunca yıldır Kürtleri beğenmemek için bahaneler arayanlar, Selahattin Demirtaş'ı beğenmemek için de gerekçeler bulur elbet. Ben de bulabilirim, "servet düşmanı değilim" dedi mesela. Halbuki ben oyumu Robin Hood'a vermek isterdim. Ama o sandıktan değil ormandan çıkmıştı değil mi? Ormandan çıkan bir seçeneğiniz varsa sizinleyim; yoksa oyum Demirtaş'a. Gel beraber ormana gidelim diyen olursa, iki günde yeni bir seçenek yaratamayacaksak bu pazar oyumu kullanayım, sonra, derim. Ormanların yakılması meselesinin şimdilik üstünden atlayalım.
Erdoğan'ı temsil ettiği "değerler" üzerinden eleştirenler, Demirtaş'ı temsil edemediği "değerler" üzerinden eleştiriyor. Mesela Gezi meselesi. Ama mücadelemizi bir lider üzerinden yürütmezsek ("benim adıma mücadele yürütecek mi?" sorusuna değil, "benim mücadelemi kolaylaştıracak mı?" sorusuna cevap ararsak) bizi mutlak bir şekilde temsil edecek bir lider arayışında olmayız. "İnsanlar nasıl özgürlüklerinin peşinden koşarcasına köleliklerinin peşinden koşuyor?" sorusu karşısında, hepimizin aklına başkaları geliyor. Halbuki biz, kendimiz, aynı şeyi yapmıyor muyuz? Çağdaş gösteri/medya demokrasisinin yozlaştırdığı demokrasi anlayışının içine doğmadık mı? Seveceğimiz liderler istemiyor muyuz? Siyaset etmenin başka yollarını bulmadığımız sürece istediğimiz budur. Demokrasi, kuruluşunda, bir temsil olacaksa bile bu temsili belli somut çıkarlar ve ilkelere yaslıyordu (İşçi sınıfının çıkarları mı öncelikli dinin elden gitmemesi mi?) Çağımızda ise liderlerin duygularımızı temsil ettiği zannı yaygınlaşıyor. Siyaset sahnesinden çıkarlarımızı sevgilerimize feda etmeyi öğreniyoruz böylece, maaşını kocasına teslim etmek durumundaki bir kadın gibi. Bunu yapmazsak bağlılık olarak formüle edilen sevgimiz sorgulanacak. Çağdaş diktatörlük böyle kuruluyor.
Erdoğan'ı sevenler onu duygularını temsil ettiği için seviyor, Kılıçdaroğlu'nu yetersiz bulanlar onu duygularını temsil edemediği için sevmiyor. (Kürt hareketi ise aktif bir örgütlenmeye yaslandığı için duyguları kolektif bir şekilde oluşturmaya daha açık, ama bu şimdilik ayrı bir mesele). Demirtaş'a sempati besliyorum, bu ayrı, ama Demirtaş'a oy vermem için onu sevmem mi gerekiyor?
Duygulanan bedenlerin örgütlenmesine dayanan politika, duyguların temsil edilerek bedensizleştirilmesine evriliyor.
Neticede bu seçimde üç aday üç farklı demokrasi tipini temsil ediyor. Erdoğan demokrasiye kendi adını veriyor, Ortadoğu'ya kendi nezdinde bir Sünni Türk olarak giriyor (Kürtlerle işbirliği yapar ya da yapmaz ama küstahlığı bakidir). İhsanoğlu içeride ve dışarıda (ulusal ve uluslararası) idare-imaslahatçı geleneksel sağın demokrasisini temsil ediyor; statik güçlerin dengelerine sığınıyor. Demirtaş ise enternasyonal bir demokrasi imkanını sunuyor, hem Türkiye demokrasisini derinleştirme vaadi hem de Kürt kimliğinin ulus-aşırılığında somutlaşıyor bu pozisyon. Bu ulusa sığmaması hoşunuza gitmiyorsa gitmesin. Açık konuşulsun ki, "Hangi adayı sevelim?" tartışması yapmadığımız açığa çıksın; kim kazanırsa kazansın yarına bir şey kalsın. Seçim her şey olmasın, sadece toplumun politize olması doğru kullanılıyor olsun.
Erdoğan'ı temsil ettiği "değerler" üzerinden eleştirenler, Demirtaş'ı temsil edemediği "değerler" üzerinden eleştiriyor. Mesela Gezi meselesi. Ama mücadelemizi bir lider üzerinden yürütmezsek ("benim adıma mücadele yürütecek mi?" sorusuna değil, "benim mücadelemi kolaylaştıracak mı?" sorusuna cevap ararsak) bizi mutlak bir şekilde temsil edecek bir lider arayışında olmayız. "İnsanlar nasıl özgürlüklerinin peşinden koşarcasına köleliklerinin peşinden koşuyor?" sorusu karşısında, hepimizin aklına başkaları geliyor. Halbuki biz, kendimiz, aynı şeyi yapmıyor muyuz? Çağdaş gösteri/medya demokrasisinin yozlaştırdığı demokrasi anlayışının içine doğmadık mı? Seveceğimiz liderler istemiyor muyuz? Siyaset etmenin başka yollarını bulmadığımız sürece istediğimiz budur. Demokrasi, kuruluşunda, bir temsil olacaksa bile bu temsili belli somut çıkarlar ve ilkelere yaslıyordu (İşçi sınıfının çıkarları mı öncelikli dinin elden gitmemesi mi?) Çağımızda ise liderlerin duygularımızı temsil ettiği zannı yaygınlaşıyor. Siyaset sahnesinden çıkarlarımızı sevgilerimize feda etmeyi öğreniyoruz böylece, maaşını kocasına teslim etmek durumundaki bir kadın gibi. Bunu yapmazsak bağlılık olarak formüle edilen sevgimiz sorgulanacak. Çağdaş diktatörlük böyle kuruluyor.
Erdoğan'ı sevenler onu duygularını temsil ettiği için seviyor, Kılıçdaroğlu'nu yetersiz bulanlar onu duygularını temsil edemediği için sevmiyor. (Kürt hareketi ise aktif bir örgütlenmeye yaslandığı için duyguları kolektif bir şekilde oluşturmaya daha açık, ama bu şimdilik ayrı bir mesele). Demirtaş'a sempati besliyorum, bu ayrı, ama Demirtaş'a oy vermem için onu sevmem mi gerekiyor?
Duygulanan bedenlerin örgütlenmesine dayanan politika, duyguların temsil edilerek bedensizleştirilmesine evriliyor.
Neticede bu seçimde üç aday üç farklı demokrasi tipini temsil ediyor. Erdoğan demokrasiye kendi adını veriyor, Ortadoğu'ya kendi nezdinde bir Sünni Türk olarak giriyor (Kürtlerle işbirliği yapar ya da yapmaz ama küstahlığı bakidir). İhsanoğlu içeride ve dışarıda (ulusal ve uluslararası) idare-imaslahatçı geleneksel sağın demokrasisini temsil ediyor; statik güçlerin dengelerine sığınıyor. Demirtaş ise enternasyonal bir demokrasi imkanını sunuyor, hem Türkiye demokrasisini derinleştirme vaadi hem de Kürt kimliğinin ulus-aşırılığında somutlaşıyor bu pozisyon. Bu ulusa sığmaması hoşunuza gitmiyorsa gitmesin. Açık konuşulsun ki, "Hangi adayı sevelim?" tartışması yapmadığımız açığa çıksın; kim kazanırsa kazansın yarına bir şey kalsın. Seçim her şey olmasın, sadece toplumun politize olması doğru kullanılıyor olsun.
6 Ağustos 2014 Çarşamba
Cumhurbaşkanlığı yolunda Sezai Karakoç
YSK bu reklamı "dini duyguları istismar" ettiği gerekçesiyle yasaklamış, reklam namaz görüntüsü kaldırılarak yeniden düzenlenmiş. Reklamda çok sevdiğim bir şiir okunuyor, Sezai Karakoç şiiri. Bu ne idüğü belirsiz "dini duygu istismarı"yla açıklanacak şey değil. Burada benim, hiç dini olmayan duygularım da istismar ediliyor, ama bu yasakla çözülecek mesele değil. Erdoğan "Ey sevgili! En sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim" sözlerini halka hitaben kullanıyor. Sürgün olunan yer de halkın yönetimden sürgün olması suretinde Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı koltuğundan uzak tutulması herhalde. Halk Erdoğan'ın sevgisine cumhurbaşkanlığı forsunu ona sunarak karşılık veriyor. Erdoğan halka kapıları açıyor. Halk güçsüz Büyük Usta güçlü, tek başına hepimize el veriyor.
Erdoğan'ın yine yeniden ortaya çıkan kibrine karşı, şiiri okumaya başladığı dizelerin hemen bir öncesine başvuralım:
"Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da"
Şiirde Karakoç'un sözü, gücünü bu diz çöktüğü mısralardan alıyor. Karakoç sözünü kendisini küçülterek, Erdoğan ise kendini büyüterek büyütüyor. Erdoğan bu mısralarla birlikte af dilemesi gerekliliğini es geçiyor. Bırakalım "af dilemeye geldim affa layık olmasam da" demesini, affedilmeyeceği ihtimalini göze alarak -hiçbir çıkarı olmaksızın- af dilemeye çok uzak. Özrünün karşılığını görmemek onu kızdırıyor. Dersimlileri özrünün kıymetini bilmeyip CHP'ye oy verdiler diye azarlamamış mıydı? En beteri, Roboski için özür dilemedi, özür açıkladı: "Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar" (Ali Akel'in konu hakkındaki yazısı, Özür açıklanmaz özür dilenir! ). Ve Soma'ya gidip, insanlara neden ölmelerinin gerekli olduğunu anlattı.
Bu açıdan ustasını reddederek kendini usta ilan eden kibriyle uyumlu bir yol izliyor.
Türkiye'ye her binanın en büyüğünü, en büyük Adliye Sarayı'nı, en büyük kanalı inşa ettiği gibi kendini de Büyük Usta olarak inşa ediyor. Ancak bir ustanın çırağı olarak usta olabilirsiniz, kendinizden büyük usta tanımazsanız, usta olamazsınız, "Büyük Usta" olabilirsiniz ancak. Mutasavvıfların dediği gibi, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Kendinizin en büyük olduğu fikrine kapılmamak için birilerine kulak vermeniz gerekir. Bu büyüklük vurgusunda da şeytani bir taraf var.
Erdoğan daha önce Ece Ayhan'ın "Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim" dizesine de atıf yapmıştı. Sanki şiire de bir büyüklük radarı takmış, nerede bir büyüme varsa yakalıyor. Yine Karakoç'unkine benzer bir durum var burada da, okumayı kestiği yerden okumaya devam edelim:
"Emrazı Zühreviye Hastanesi'ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır"
Çok açık ki, şair burada orospunun çocuğuna, bir piçe soluk veriyor, ses veriyor. Yine kendisini küçülterek -daha doğrusu küçük insan olmaktan gocunmayarak- büyüyor. Bu yüzden herkes kendisini şair sansa da şair olamıyor. Sözü hızla büyütme hevesi hamasete götürüyor, samimiyet emek istiyor.
Evet, "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır". Ama Büyük Usta'nın zannettiği gibi "Üç maç kaybettik, sonrakini aldık" anlamında değil. "Nasıl olursa olsun kazanalım" yerine kazanma hırsını bir kenara koyarak kaybederken kazanabilmek anlamında. Bizim zaferimiz büyüyerek her şeyi ele geçirmek olmayacak, aksine küçülerek yayılıp en geniş alana sirayet etmek olacak anlamında. Ben böyle anlıyorum.
YSK, Tayyip Erdoğan'ın reklam filmini yasakladı!
Erdoğan'ın yine yeniden ortaya çıkan kibrine karşı, şiiri okumaya başladığı dizelerin hemen bir öncesine başvuralım:
"Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da"
Şiirde Karakoç'un sözü, gücünü bu diz çöktüğü mısralardan alıyor. Karakoç sözünü kendisini küçülterek, Erdoğan ise kendini büyüterek büyütüyor. Erdoğan bu mısralarla birlikte af dilemesi gerekliliğini es geçiyor. Bırakalım "af dilemeye geldim affa layık olmasam da" demesini, affedilmeyeceği ihtimalini göze alarak -hiçbir çıkarı olmaksızın- af dilemeye çok uzak. Özrünün karşılığını görmemek onu kızdırıyor. Dersimlileri özrünün kıymetini bilmeyip CHP'ye oy verdiler diye azarlamamış mıydı? En beteri, Roboski için özür dilemedi, özür açıkladı: "Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar" (Ali Akel'in konu hakkındaki yazısı, Özür açıklanmaz özür dilenir! ). Ve Soma'ya gidip, insanlara neden ölmelerinin gerekli olduğunu anlattı.
Bu açıdan ustasını reddederek kendini usta ilan eden kibriyle uyumlu bir yol izliyor.
Türkiye'ye her binanın en büyüğünü, en büyük Adliye Sarayı'nı, en büyük kanalı inşa ettiği gibi kendini de Büyük Usta olarak inşa ediyor. Ancak bir ustanın çırağı olarak usta olabilirsiniz, kendinizden büyük usta tanımazsanız, usta olamazsınız, "Büyük Usta" olabilirsiniz ancak. Mutasavvıfların dediği gibi, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Kendinizin en büyük olduğu fikrine kapılmamak için birilerine kulak vermeniz gerekir. Bu büyüklük vurgusunda da şeytani bir taraf var.
Erdoğan daha önce Ece Ayhan'ın "Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim" dizesine de atıf yapmıştı. Sanki şiire de bir büyüklük radarı takmış, nerede bir büyüme varsa yakalıyor. Yine Karakoç'unkine benzer bir durum var burada da, okumayı kestiği yerden okumaya devam edelim:
"Emrazı Zühreviye Hastanesi'ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır"
Çok açık ki, şair burada orospunun çocuğuna, bir piçe soluk veriyor, ses veriyor. Yine kendisini küçülterek -daha doğrusu küçük insan olmaktan gocunmayarak- büyüyor. Bu yüzden herkes kendisini şair sansa da şair olamıyor. Sözü hızla büyütme hevesi hamasete götürüyor, samimiyet emek istiyor.
Evet, "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır". Ama Büyük Usta'nın zannettiği gibi "Üç maç kaybettik, sonrakini aldık" anlamında değil. "Nasıl olursa olsun kazanalım" yerine kazanma hırsını bir kenara koyarak kaybederken kazanabilmek anlamında. Bizim zaferimiz büyüyerek her şeyi ele geçirmek olmayacak, aksine küçülerek yayılıp en geniş alana sirayet etmek olacak anlamında. Ben böyle anlıyorum.
YSK, Tayyip Erdoğan'ın reklam filmini yasakladı!
2 Ağustos 2014 Cumartesi
Bir spor muhabirinin ölümü
Sabah Gazetesi fotomuhabiri Erkan Koyuncu, Galatasaray Florya Metin Oktay Tesisleri’nin demir kapısına sıkışarak hayatını kaybetti: Çalışırken öldü. Daha önce Doğan Haber Ajansı çalışanları Cem Emir'le Sebahattin Yılmaz da Van'da kaldıkları otelin depremde yıkılması sonucu hayatlarını kaybetmişti. Basın maden fark etmiyor, insanlar çalışırken ölüyor. Sorumluları araştırılmadığı sürece bu ölümler "kaza" olarak sunuluyor.
Kapıya sıkışmak ne demek? Nasıl bir insan kapıya sıkışıyor? Sizce bu tesise giren kimler kapıya sıkışarak ölebilir? Mesela futbolcuların başına böyle bir şey gelebilir miydi? Bu olayın bir futbolcunun kulüp yöneticisinin vs. yakınının başına gelmemesinin bir tesadüf olduğuna inanmamız mı gerekiyor? Ölenin bir basın emekçisi olmasının, oraya girip çıkan en önemsenmeyecek insanlardan biri olmasıyla bağlantısız olduğuna mı inanmamız gerekiyor? (Ölen bir top toplayıcısı da olabilirdi, ama futbolcu olamazdı) Mekan gazetecilerin giriş çıkışına göre düzenlenmemiş mi/bu hesaba katılmamış mı? Basın kuruluşları çalışanlarının gönderdikleri yerdeki akıbetinden sorumlu değil mi?
Kapıya sıkışmak ne demek? Nasıl bir insan kapıya sıkışıyor? Sizce bu tesise giren kimler kapıya sıkışarak ölebilir? Mesela futbolcuların başına böyle bir şey gelebilir miydi? Bu olayın bir futbolcunun kulüp yöneticisinin vs. yakınının başına gelmemesinin bir tesadüf olduğuna inanmamız mı gerekiyor? Ölenin bir basın emekçisi olmasının, oraya girip çıkan en önemsenmeyecek insanlardan biri olmasıyla bağlantısız olduğuna mı inanmamız gerekiyor? (Ölen bir top toplayıcısı da olabilirdi, ama futbolcu olamazdı) Mekan gazetecilerin giriş çıkışına göre düzenlenmemiş mi/bu hesaba katılmamış mı? Basın kuruluşları çalışanlarının gönderdikleri yerdeki akıbetinden sorumlu değil mi?
Kaydol:
Yorumlar (Atom)



