30 Ocak 2014 Perşembe

Basın neyi gösteriyor?

Bir gazete hakkını arayan işçi eylemini neden ve nasıl hayat sayfasında yayınlıyor? Bunun bir çok sebebi olabilir -mesela en iyi niyetli yorum bu sayfa çalışanlarının oldukça duyarlı olması- ama hala soru yanıtlanmış olmaz. Misal, işçiler ekonomi sayfasına neden giremiyor? Neden patronlarının eşiti olarak karşılarına çıkamıyor? Patronu soyunsaydı magazin- gündem sayfasında yer alacaktı, buna karşılık işçi nasıl ve nerede görünüyor? (Bir senaryo uyduralım: işçileri "çok şey isteyen" bir holding patronu "İşçilerime her şeyimi feda ettim, daha ne yapayım, holdingi batırıp onları aç mı bırakayım," desin ve her şeyi verdiğinin sembolü olarak basının karşısında kıyafetlerini çıkarsın. Bu, basın tarafından onun "renkli kişiliğinin tezahürü" olarak sunulacaktır. Buradan da fikir vermiş olayım, sıkışırlarsa yapsınlar, gerçekten böyle olacak) İşçi nasıl görünüyor, basında nasıl temsil ediliyor sorularının temelinde bambaşka bir mesele yatıyor: İşçi kendini mi anlatıyor, yoksa görünüyor mu? İşçinin toplumsal varlığı görünmekten ibaretse onu kim gösteriyor? "Bu paraya çalışmıyorlar, bir de işsiziz diyorlar" gibi haberler kimin sorunlarını dillendiriyor? Habercilerin mi? belki "Google'da çalışma koşulları" gibi haberler onların -hiç gerçekleşmeyeceklerini bildikleri- arzularını dile getiriyordur, ama bu habercilerin değil, bir fikriyatın dili. Bunlara karşılık toplumu siyasileştirdiğini düşündüğümüz bütün haberler (yolsuzluk, Gülen-hükümet, vs.) hızla apolitikleşiyor/ bir iktidara boyun eğmekle başka bir iktidara yakalanmak arasında salınıyor. AKP ve CHP zaten bu meselenin ana ekseni, BDP/HDP de bu eksenden çıkamıyor-bir parti olarak çıkamaz, bir hareket olarak çıkabilir (MHP'yi saymıyorum bile, o bir parti değil, bir tepki/karşı çıkma/direnenlere direnme kulübü. Bir fikri yok ve tarihi boyunca hiç olmadı, bu yüzden hep kolaylıkla manipüle oldu ve "Bizi kullandılar," diye ağlayıp durdu). İktidar veya iktidar adaylarından herhangi biri bize -cevabı kendisinde saklı- sorular yönelttiğinde (yolsuzlukları kim yaptı, bilmemne sorununu kim çözdü, istikrarı kim getirdi, vs.) cevap verme telaşına girmek değil, "Bu soru kimin sorusu ?"diye düşünmek gerekiyor. Benim/bizim sorunlarımız neler? Ve elbette anketler de bizim siyasi yelpazenin neresinde olduğumuzu göstermek için yapılıyor, bizi dinlemek için değil. siyasi gösterinin parçaları basın sayesinde tamamlanıyor





7 Ocak 2014 Salı

Artan işsizlik, artan eylemler

Dünyada artan sokak eylemleri neoliberalizmin krizini derinleştiriyor gibi geliyor. Gezi eylemleri hakkında da söylemiştim, bu eylemlerde yaygınlaşan/normalleşen işsizlerin başat rol oynadığını düşünüyorum. İşçilerin artan talepleri, tüm dünyada işsizliğin yaygınlaştırılmasıyla cevaplanmıştı. Neoliberalizm buydu, "Herkes iyi bir hayatı hak etmez"di, "1 dil, 2 dil, 3 dil yetmez"di, "Kendini hep geliştirmek gerekir"di, "Sadece işini yapmak yetmez"di, "Bilgisayardan da anlamak gerekir"di, "Üniversite bitirmek yetmez"di, "İşsiz kalanın kendi suçu"ydu, "Kendini geliştirmeli"ydi, "Geliştirmek de yetmez, kendini göstermeli"ydi, "Yırtıcı olmalı"ydı, vs. kısacası, işsizlik arttıkça herkes kendini işsiz kalma korkusuna adıyor, kendini beğendirmeye bir ömür harcıyordu, harcıyor. Ömrünü harcayanlar hakkında "Bilmem kaç liralık işi beğenmiyorlar, bir de işsiziz diyorlar" tarzında küstah haberler yayınlandı durmaksızın, yayınlanıyor. Gazetecinin işi "10 yıl kaynakçılık yapan bir adam niye işten atıldı, hayatını adadığı bir iş varken niye çöpçülük yapsın?" diye sormak değil, burjuvazinin sorularını dillendirmekti. Diğer yandan başka dinamikler devreye girmeye başlıyor sanki: işsizler o kadar arttı ki, normalleşiyor. Misal, ispanya'da ve Gezi'de meydanlarda buluşuyor. Kimse şunu sormuş muydu: Mısır'da işsizlik bu kadar yaygın olmasa, meydanlar günler boyu dolu olabilir miydi? Aynı şey Gezi için de geçerli. İşsizlik doyum noktasına ulaştı, düzeni tehdit ediyor, bu kadar işsiz güçsüzle baş etmek zordur, benden uyarı. Buna rağmen, misal, "Türkiye'de ekonomi tıkırındaydı," diyen bütün analizler sığdır, dünyayı idrak kabiliyetinden yoksundur, "Hükümetten hoşnutsuzum" diyen bir kalabalık görünce sadece hükümetten hoşnut olmayan bir kalabalık olduğu sonucunu çıkarabilirler, bunun başka dinamiklerle ilişkili olduğunu anlayamazlar (eylemleri eleştirenler kadar destekleyenlerin çoğu da bu durumda). Bunların hamburg'la da bangladeş'le de, dünyanın her köşesiyle de ilişkisi var gibi geliyor. Hamburg'da operasyon yapılan yer, kültür merkezi ve işgal evleri, göçmenlerin de yaşadığı alanlar olduğu söyleniyor. Buraların işsizler için de bir buluşma mekanı olması muhtemel, Girit'te bu tarz bir işgal evinde kalan kaçak bir Türk'le konuşmuştum; işsizlerin, üniversite öğrencilerinin, göçmenlerin, öğrencilerin, parasızların ve bazen ailesiyle kavga eden liselilerin bu tarz yerlerde kaldıklarını söylemişti. Ne oldu da eskiden beri bulunan bu buluşma mekanı polisi ve hükümeti huzursuz etti? Merak ediyorum gerçekten.
Bir şey daha var. Avrupa'da, Amerika'da da polis çok sert müdahale ediyor diyenler şu görüntüleri izlesin. Doğrudur, polis her yerde sert müdahale eder, ama bu görüntülerde çok açıkça görünüyor ki polis kimseyi öldürmeyi ya da ciddi yaralamayı göze almıyor, fark bu- ciddi bir fark. Oralarda eylemlerde ölümlerin olmaması tesadüf değil yani, 2 kol bükme 1 sprey sıkma görüntüsü yakalayıp "onlar da sert" denerek geçiştirilemeyecek bir konu.

Hamburg eylemleri

2 Ocak 2014 Perşembe

Erdoğan neden Mandela'nın cenazesine katılmadı?

"Türkiye'nin zencileri yerine konduk," diyen Erdoğan (13 ağustos 2012) siyahların mücadelesinin önemli simgelerinden Mandela'nın cenazesine katılmamış, çok manidar. Neredeyse bütün haberlerin özeti gibi. Erdoğan 4 aylık mahpusluğunun ardından gömlek değiştirmiş, Mandela'ya ise 20 küsür yıl cezaevinde kaldıktan sonra tüm dünya hak vermişti. Erdoğan Mandela değil, beyazlaşarak kendini kabul ettirmeye çalışan Michael Jackson'dı. Mandela siyaseti iyi kötü ilkelere, faşizmle mücadeleye yaslandı, Erdoğan siyaseti ise ilkesiz bir pragmatizmden müteşekkil. Bu yüzden kendisine destek veren uluslararası çevreler desteklerini çekmeye başladığında yaygara koparttı, çıkardığı milli görüş gömleğini giyebilir ve yeniden çıkartabilir de. Dün "darbeci" dedikleri için bugün "onlara komplo kurmuşlar, bana da kurdular," diyebileceği gibi. İlkelere yaslanmadığı için ülkede yaptığı köklü değişikliklerin pek azını yasalarla yaptı (başörtüsünde veya Kürt sorununda -Öcalan yasal zemin kurulsun şu an suç işliyoruz demişti), her an yönünü değiştirebilir. Tüm dünya Mandela'nın cenazesinde saygıyla eğilirken Erdoğan orada bulunmadı, çünkü fakir bir ülkenin zenci başkanının önünde eğilmeyecek kadar kibirli. ABD'de önemli biri ölseydi, cenazede yerini alacaktı şüphesiz. Bizim büyük ustanın en büyük ihtiyacı kendisine bir usta belirlemesi. Ama o ustası Erbakan'ı terk ettikten sonra kibrine yenildi, kendisini usta ilan etti. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, demiş mutasavvıflar, kibir şeytanın en sevdiği günahmış. Fakir bir ülkenin simge isminin önünde saygıyla eğilmek kibri kırmak için iyi bir başlangıç olabilirdi, olmadı. Olmayınca ne oldu? Hopa'da kendisine atılan bir taşı, Metin Lokumcu'nun hayatını kaybetmesinden daha fazla önemsedi. 3-4 bakanın oğlu gözaltına alınınca, Roboski'de çoluk çocuk 34 fukaranın ölümünden daha fazla gürültü çıkardı. Demirtaş'ın dediği gibi, bakanların çocukları için 800 polis görevden alındı, 34 can için 1 onbaşı bile görevden alınmadı.