“Stepan Arkadyeviç, çoğunluğun görüşüne uygun, aşırı olmayan, liberal bir gazete alıp okurdu. Özel olarak ne bilim, ne sanat, ne de politika kendisini ilgilendirmediği halde, okuduğu gazetenin ve çoğunluğun bu konulardaki görüşlerine sımsıkı bağlı idi. Bu görüşlerini ancak çoğunluğa uyarak değiştirirdi. Daha doğrusu o, görüşlerini değiştirmezdi de, onlar, farkında olmadan, kendiliğinden değişirdi.”
Tolstoy, Anna Karenina, cilt I, çev. Hasan Ali Ediz, Cem Yayınevi, 1996, s. 48.
Mert Fırat'la 2013 Ocak'ında yapılan söyleşi, tuhaf biçimde Öcalan ve askerlik hakkında söyledikleri üzerinden gündeme geldi. Beş yıl önceki söyleşinin tamamı okunduğunda tek dikkat çeken, söyleşinin dönemin ruhuna oldukça uygun olduğu. O devirde çok geniş bir blokun fikirlerini, hiçbir sınırı zorlamadan, çok ortalama bir şekilde dile getirmiş Mert Fırat, bir radikallik emaresi yok. Mert Fırat “Oğlum askere göndermemek için elimden geleni yaparım” demiş. Ondan beş sene önce, 2008'de, -“Boşnak saksosu” diyene kadar en çığırtkan gayriresmi hükümet sözcüsü olan- Rasim Ozan Kütahyalı ise şunları söylüyordu: “Bu haksızlığa hiçbir vicdan dayanamaz... O sebeple askere gitmeyeceğim, bu devlete itaat etmeyeceğim... İsterlerse hapse atsınlar..” Bir de Mert Fırat, “Öcalan’la görüşülmeli… Öcalan Kürt halkının lideridir ve onu muhatap almamak Kürt halkını muhatap almamak olur” demiş. Bunun gibi çokça ifade ve fazlası dönemin basınında çok rahat dile getiriliyordu. Hatta AKP’lilerin Öcalan'ın liderlik vasıflarına övgüleri; defalarca HDP’yi, Kandil’i ve daha geniş bir nüfusu, Öcalan’ın kendileriyle anlaşmayı tercih ettiğini savunarak onun yolunu takip etmeye çağırdıklarını görmek için Google'da ufak bir gezinti yeterli olacaktır.
Asıl sorun şu: Mert Fırat, 2013’te konuşurken hiç yalnız değildi, ne oldu da 2018’de, 2013’te konuştuklarından dolayı #MertFıratYalnızDeğildir noktasına geldik? Fırat, Öcalan'la görüşmenin doğru olduğunu söylerken koca bir insan grubu aynı şeyi söylüyor, Erdoğan koca insan grubunu temsilen 63 kişiyi akil insanlar heyeti olarak tayin ediyordu.
İsmail Beşikçi "Kürdistan" dediği için hapsedildiğinde "Beşikçi yalnız değildir" denebilirdi mesela, çünkü bu yasaklı kelimeyi demeye çekinmiyordu Beşikçi, bunun bedeli ödetiliyordu ona. "Suç"una ortak olunamasa bile yalnız bırakmamak gerekirdi. Mert Fırat'sa Öcalan'ın rolünün herkesçe vurgulandığı bir dönemde Öcalan'ın rolünden bahsetmekle suçlanıyor. Burada yalnız bırakma değil tarihi inkar operasyonu var - ki Erdoğan'ın Afrin operasyonu yaparken arkasına dizdiği muhalifleri bu tarihi diriltmeyi bekliyor bir yandan da.
2013 Türkiye’sinin bugüne dönüşümünde, unutulmuş veya unutturulmuş bir eşik, önem arz ediyor. Bu eşik, 8 Şubat 2012'de Oslo görüşmelerinin yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılmasının ardından, 15 Şubat'ta onun yargılanmasını engelleyecek bir yasal düzenlemeyle aşıldı. Bunun öncesinde ve bir süre daha (en azından Gezi'ye kadar) hükümet, AB'nin, liberallerin ve geniş bir kitlenin isteklerini "demokrasi" söylemi üzerinden örgütlemeyi becerdi. Demokrasi söyleminin üzerinde “çözüm süreci” yürütücüsü olması hasebiyle hegemonik bir pozisyon kurmuştu. Ama hukuken çözüm sürecinin zemini kurulmuyorsa çözüm sürecini yürütmek suçtur aslında. Hakan Fidan “ifade vermeye” çağrılır, Abdullah Gül “git, bir şey olmaz” der, Erdoğan ise bunun ardında bit yeniğini görerek “Gitme!” talimatı verir. Bunun ardından hükümetin atacağı en makul adım çözüm sürecini yasallaştırmak olabilirdi. Ancak hükümet tuhaf bir yolu tercih etti: Hakan Fidan Yasası'yla Hakan Fidan’ı yasadan kaçırdı. Geçici bir çözüm gibi görünüyordu, ancak hükümet bu yöntemi devamında da kullandı. Bu yasasız zemine, çok daha sonraları, Aralık 2013'te, Öcalan'dan şu uyarı geliyordu: “Burada yaptığımız toplantı bile korsan bir yöntemde yapılıyor; çünkü ne kadrosu, ne belgesi var. Şimdi siz de, biz de, heyet de suç işliyoruz. Yasal zemine oturtulması gerekiyor. Yasal zeminin acilen yapılması gerekiyor.”
Erdoğan hukuki zemini genişletmek yerine daraltarak ilerledi ve bundan sonraki her krize aynı biçimde tepki verdi. Hakan Fidan’ı yasadan kaçırarak başlayan sürecin devamında, 16 Nisan referandumu itibarıyla, yürütme gücünün başı nezdinde tüm ülkenin hukuk dışına kaçırılması tamamlandı: Meclis, belediye başkanları, toplantılar, gösteriler, tüm konuşmalar, iş güvenceleri, grevler yasal dayanaklarından; yolsuzluk operasyonunda bahsi geçen bakanlar ve muhaliflere “darbeci” diye saldıracak iktidar partisi yandaşları da yargılanmaktan kaçırılıyor.
Mert Fırat hiçbir zaman en önde olmayı tercih etmemiş ama hep geri adım atmayacağı ölçüde bir duruş sergileyebilmiş bir isim. Açıkçası çok büyük çıkışlar yapıp zikzaklar çizilen bir ülkede takdire layık bir konum. Ancak, bütün siyasi ve toplumsal zeminin hızla kaydığı bir dönemde, herkes zikzak çizerken zikzak çizmeye zorlanıyor, sözlerin sürekli inkar edildiği bir ortamda sadece sözlerini inkar etmediği için yalnız bile kalabilir. #MertFıratYalnızDeğildir demeyi gerektiren de bu durum.
Mert Fırat hiç yalnız değildi ama hukuki alan yok edilince hepimiz yalnız kalıyoruz. Neticede Atilla Taş bile yalnız değildi. Zaten niye yalnız olsundu ki? Mert Fırat konusunda mesele gerçekten kimin yalnız olup olmadığı değil, hukuki alanın yok edilmesinin hepimizi yapayalnız bırakması. Kötü kanunlarla değil, kanunsuzluk ve keyfilikle karşı karşı karşıyayız, hukuk muhalefette. Muhalefetin güçsüzlüğü buysa gücü de bu olabilir mi? Aşağıdan bir hukuk kurulabilir mi? Kimseyi yalnız bırakmamak bu hukukun başlangıç noktası olabilir ancak.

