30 Haziran 2014 Pazartesi

"Kabe'yi yıkacağız"

Vallahi, diyalektik bir yorum olacak ama, siyasi İslamcılığın uç noktasında İslam karşıtlığıyla buluştuğu da ortada. Mistisizm, dergahlar, tarikatler, vs. İslam tarihi içinde 1400 yıllık düşünme yollarıydı. Kemalizm bu kolektif düşünme yollarını toptan yasaklayan bir hat izledi, böylece İslam'ın ortadan kalkacağını hayal etti. Halbuki dinin ortadan kalkması için bir sebep yoktu, ortadan kalkamazdı, bu kaba materyalizm, nihayetinde de idealizmdi. Zannediyordu ki, dinin hakikat olmadığı ispat edilecek ve biraz da zorlamayla herkes ondan vazgeçiverecek; yanılgı buradaydı. Gerçekte ise Hıristiyanlık özel hayata çekilerek modernleşirken İslam inananlarının yaralarını taşıyarak, çektiği acıları fazlasıyla başkalarına tattırarak, kendi ritüellerine savaş açarak, siyasi bir araca dönüşerek, dünyayı sarsa sarsa modernleşiyor. Kemalistler, farkında olmasa da, Mevlana'yı ve Yunus Emre'yi -onların örgütlenmesini yasaklayarak- yasakladı, hem de onları İslam tarihinden ayırmaya ve sevdiğini anlatmaya çalışırken yaptı bunu. Böylece onları İslam tarihinden ayırmaya çalışan akımlara hizmet etti. İslami düşünüşü yasaklayan rejim, düşünceyi yasaklayan İslami rejimlerle ortaklaştı. Şimdi IŞİD de Kemalizm gibi aradaki 1400 yıllık geleneği reddediyor, ama o geleceğe sıçrayacağını sanan Kemalizmin aksine sahabe dönemine sıçrayacağını sanıyor (hem de bilgisayar ekranlarında kafa kesme görüntüleri yayarken böyle sanıyor). Şimdi hiçbir İslam düşmanının aklından geçiremeyeceğini vaat ediyor: Kabe'i yıkmayı. Ve aslında, İslam karşıtlarının yapamayacağı bu eylemi IŞİD'in yapması mümkün. Çünkü IŞİD insanların ellerinden dinlerini almadan onu yeniden inşa ediyor. Kaba materyalizmin anlamadığı şey, işte tam da buydu: Dinin temeli olan duyguları ortadan kaldıramazsınız (çünkü tanrı değilsiniz) ancak onu yeniden inşa edebilir ve yeniden örgütleyebilirsiniz ve bunu ancak gerçek bir zemin üzerinde yapabilirsiniz.

Allah'ın izniyle Kabe'yi yıkacağız

zeki müren'i seviniz

bir gün elbette zeki müreni seveceksiniz demişti arkadaş z. özger, neden bugün olmasın? bir gün elbette, horgörmenin binbir çeşidine bulaşmadan; kıs kıs gülmeden, dalga geçmeden, şerh düşmeden ve hatta hoşgörmeden yani kendimizi ondan ayırmadan seveceğiz, 

merhaba canım

ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı da kedileri çok severiz

hayat trajik bir homoseksüeldir
bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
çünki bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü
çünki ben okumuştum muydu neydi
biryerlerde tanrılara kadın satıldığını
ah canım aristophanes

barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi içimde
ölümü tanrıya saklıyorum
ve bir gün hiç anlamıyacaksınız

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seveceksiniz
(zeki müreni seviniz)

arkadaş z. özger




28 Haziran 2014 Cumartesi

Bir şeftaliden idam sehpası fantezisi çıkartan karanlık

Atatürk'ün üstüne şeftali sıçratan adamı oracıkta öldürmemesini diktatör olmamasının alameti sayan ruh durumu sağlıklı değildir arkadaşlar. Bir şeftaliden idam sehpası fantezisi çıkartan karanlığı sorgulamak gerekir. Bu yorumu yapanlar aslında Atatürk'ten bahsetmiyorlar, üzerlerine şeftali sıçratanları (belki de şeftaliyi düzgün kesemediğini düşündükleri eşlerini) yok etme arzularını dile getiriyorlar; bir gücün nasıl kullanılabileceğine ilişkin kendi hayallerini ortaya seriyorlar. Atatürk gibi politik bir dertleri olmadığı için şeftaliden başka zalimlik yapma sebebi bulamıyorlar. Halbuki şeftali için birini öldürene zaten diktatör denmez, aptal denir.
Bu zalimliğin tohumu ne zaman atıldı? Erdoğan da "Diktatör olsam kendimi eleştirtmezdim" diyerek eleştirenleri yok etme arzusunu dile getiriyor, ama bunu yapamıyor. Daha fazla zalimlik yapamamanın hoşgörü diye kakalandığı en tuhaf ve utandırıcı tezse, hala Ermenilerin var olmasının (tamamen yok edilmemelerinin) Ermeni Soykırımı'nın yaşanmadığının delili sayılması, sayılabilmesi. Bütün bu sahte fikirler güce tapmanın tezahürleri, bir fikir yok ortada yani. Bu ve benzeri savlar, iktidar olmayı tanrı olmakla karıştırıyor, çünkü iktidarı kutsuyor. Muktedirin hükmetmesinin esasında yaratmak ve yok etmek değil, idare etmek (mevcut güçleri çekip çevirmek) olduğunu idrak edemiyor. Birini yok ettiğinde dahi muktedir, bunu bizzat kendinden gelen bir güçle, büyücülük faaliyetiyle filan değil, yok edecek birimleri harekete geçirecek güçlerle- toplumsal bir örgütlenmeye dayanarak gerçekleştiriyor.
Bu anlaşılmayınca iktidarın gücünün sınırı, onun hoşgörüsü zannedilebiliyor. Bu örnekte, Atatürk şeftali yiyen birini öldürmediyse bunun üç sebebi olabilir: ya bunu sorun etmemiştir, ya üzerine sıçrayan şeftalinin, birini öldürerek çözülecek bir sorun olmadığını anlamıştır (bir kere sert baksam zaten bir daha kimse yanımda şeftali yiyemez, demiş olabilir) ya da şeftali yiyeni ve şeftaliyi yok etmeye gücü yetmemiştir.




22 Haziran 2014 Pazar

Politik söz tekrarı

Erdoğan Kılıçdaroğlu'ndan her seferinde "CHP Genel Müdürü" diye bahsediyor, ama istisnasız her seferinde. Bu ifadeyi bazen kullansaydı şaka olurdu. Şaka yapmıyor. İstikrarlı bir tekrar etkili bir propaganda, çünkü propaganda yaptığını unutturuyor. Kılıçdaroğlu'yla ilgili bir şey anlatmıyor aslında -zaten onu ezeceği açık-, kendi partisine şunları söylüyor: 1- O memur ben patronum (parti kadrolarında patron diye anılıyor) 2- Öyle yönetilmez böyle yönetilir 3- Ben güçlüyüm, zaten o yüzden halk bana geliyor/ beni seviyor. Erdoğan'ın bu tekrarı aklıma "Yatıp kalkıp Uludere diyorlar" sözünü getiriyor. Uludere/Roboski Kürtlerin ve Kürtlerin derdiyle hemhal olabilenlerin (insanlığı, inancı, vs. Türklüğünden önce gelen değerleri bulunanların) yarasıydı, Erdoğan'ın laf sokup durduğu tekparti CeHaPe'sinin 33 kurşun zihniyetiydi. Kendisi bazı sözleri farklı bağlamlarda tekrarlayıp dururken, karşısındakilerin tekrarlayacak hiçbir sözü olmasın istiyor. Tam da bu yüzden, Roboski doğru bir söz olduğu için, tekrarlansın istemedi. Soma'ya dair her sözün tekrarlanmasına karşı da bir propaganda aygıtı çalışacak, bu istikrarlı tekrarı kırmaya çabalayacak. Buna karşı, tekrar tekrar Roboski, tekrar tekrar Soma dememiz gerekiyor. Ama yinelemek değil, tekrarlamak; yani farklı çerçevelerde farklı bağlamlarda aynı yere gönderme yapmak, anlam biriktirmek, duyguyu buluşturmak.
İnsanlardan bazılarını (kadınları, eşcinselleri, mültecileri, vs.) ölümüne umursamamak her seferinde Roboski, işsizlikle korkutarak ölümüne çalıştırmak her seferinde Soma'dır. Bu bağlamda, Roboski Soma'yı mümkün kılıyor. Roboski rejimi kurulmamış olsaydı, kapitalizmi "gelişmiş ülkeler"de olduğu gibi toplu katliamla değil de daha sınırlı tahribatlarla veya görmezden gelinebilecek sınırlı sayıda iş cinayetleriyle deneyimleyecektik.

20 Haziran 2014 Cuma

Madencilere vaatten geri adım

Marx Kapital'de işçilerin 8 saatlik iş günü talebine karşı çıkan burjuva teorisyenlerle dalga geçiyor. Bu teorisyenler 11 saatlik işgününü 'son saat teorisi'yle savunuyorlar. Teoriye göre 10 saatte ancak işçilerin ihtiyaçları karşılanıyor, işveren ise bütün kârı son saatte elde ediyor. O yüzden işçiler günde 1 saat az çalışsa bütün işletmeler batar, diyorlar. Bu abuk teorisyenlerin halefleri mevcut. Ama yazık ki, Türkiye'de burjuvazi teorisyen yetiştirmekte zayıf kaldığından kendi fikrini kendi savunuyor. Zaten siyasete de doğrudan giriyor. Düşünün yani, Ali Ağaoğlu reklamında bile kendi oynuyor, o kadar.

19 Haziran 2014 Perşembe

Neoliberal kurtuluş yolu

Onur Yürüyüşü filan yaklaşırken Hollanda'da neoliberal bir kurtuluş yolu gündemde. Gerçek bir emlak komisyoncusu projesi. 
Önce güvenlik sorunu siyasi alanın dışında tanımlanır. Zaten siyaset; ekonomi ve güvenlik gibi hayatımıza en derinden tesir eden tüm alanların dışına çıkartılmıştır. Peki nedir siyaset? İnsanın içinde yaşadığı koşulları iradi olarak nasıl değiştireceği sorunudur. Ekonomi siyasetsizleştiyse, bizi yoksulluğa iten koşulları değiştiremeyeceğimizi kabul etmişizdir; doyduğumuza şükrederiz. Güvenlik siyasetsizleştiyse can güvenliğimizi tehdit eden sorunları değiştiremeyiz, hızla ayrışmamız gerekir. Bir toplu konuta kaçarız, kapıya bir güvenlik ve kamera yerleştiririz. ama bunların yeterli olmadığını biliriz, hala tedirginizdir. Çünkü güvenlik meselesi siyasileştirilmeden ortadan kaldırılamaz. Mesele, güvenlik sorununa cevap vermek değil, onu ortadan kaldırarak aşmaktır. Bu bağlamda sorun ancak yeni bir güvenlik anlayışı geliştirilerek aşılabilir. Öncelikle güvenlik, "özel alanların korunması" meselesi olmaktan çıkartılmalıdır. Bu prensip tarihi olarak burjuva perspektifini yansıtmasının dışında, güncel olarak kocaları tarafından öldürülen kadınların güvenliğini tehdit ediyor- eşcinsel oğlunu öldüren babalar da var ayrıca. Güvenlik meselesi öncelikle güçlünün güçsüze haddini bildirmesine karşı ele alınmalı ve faşizmle mücadele çerçevesinde düşünülmelidir. Her halükarda güvenlik, ne devlete ne de özel görevlilere bırakılmayacak kadar mühim bir mesele

Hollanda'da LGBT mahallesi

17 Haziran 2014 Salı

Öyle bir anı

Dün gece 1:00 sularında Balmumcu'da Hoşsohbet Sokağı'nda bir adamla karşılaştım. Bacak bacak üstüne atmış kaldırımda oturuyordu. Sigara istedi, yok, dedim samimiyetle. Sen, dedi, devrimci sosyalist bir arkadaşsın dedi küt diye (traş mı olsam artık düşüncesi), ben de paranoid şiozfrenim. Doğrudur, dedim. Annem de hasta, dedi, geçmiş olsun, dedim. Benim evim aşağıda hemen, bahçeli, dedi. Ne güzel, dedim. Bu Ekmeleddin İhsanoğlu kazanamaz, dedi, haklısın dedim. Daraltılmış seçimde de AKP 80 sandalye artırır, dedi, bence de dedim. İran dedi, Nijerya'yla berabere kaldı; bakalım Gana ne yapacak, bahis oynadım. Hayırlısı, dedim. Böylece konuşuyor gibi yaparak dinledim 10 dakika. Kendisini hevesle dinlememden biraz ürktü, ortada normal olmayan bir şey vardı. Konuşmayı bitirmek için iyi akşamlar dedi. Ben de, sigaran var mıydı, dedim. Güldü, iyi akşamlar dedim.

12 Haziran 2014 Perşembe

Hastaneden notlar

Hastaneye gidilmeye niyetlenildiği anda ulaşmanın kolay olduğu hissettiriliyor, 184'e telefon açılarak hemen ertesi güne randevu alınabiliyor, saat ve doktor bilgisi alınıyor. Bunlar sadece kimlik numarasıyla yapılıyor (vatandaş olmak yeterli hissi). Alanına göre 10- 20 dakikada bir yeni hastanın gireceği hesap ediliyor, ekranda isimler çıkıyor, sıranı bekliyorsun. her şey çok güzel... ama bir şekilde sorunlar çıkıyor, çıkabilir hissi var. Ne gibi? Belirlenen süreler kağıt üzerinde durduğu gibi durmuyor. Her çalışan bilir: Hep işleri yetiştirmen istenir ama bu o kadar kolay değildir, hep öngörülmeyen sorunlar çıkar. Diğer yandan çalışanlar bunu başkaları kendisi için çalışırken unutur. Unutmadan yaşamak mümkün değildir.
Hastanede de böyle oluyor. Mesela:
1.Aşağı inip bir röntgen filmi çekinip doktora yeniden uğramak gerekiyor. homurdanmalar: Sırada mıydı, doktorun yakını mı, burada yaşlılar var, vs?
2.184'ten randevu aldık, doktor yerinde yok: Nerede bu doktor?
3.Vezneye ücret ödenecekken makbuz kağıdı bitiyor, arkada da kuyruk uzuyor: Neden işler bu kadar uzun sürüyor? (Bize hızlı hizmet vaat edilmişti)
Daha da uzatılabilecek bu örneklerde doktorlar sağlık personelleri filan haksız bulunabilir, bence önemli olan bu değil. Önemli olan şu: AKP sağlık hizmetini çoğaltmayı/artırmayı vaat ediyor. Bunu nasıl yapıyor: Sağlık personelinin emeğinin verimliliğini artırarak. İşleri sıkıştırıyor, sağlık personelini daha fazla iş yapmaya zorluyor, bakanlık oturduğu yerden bir şema çiziyor: 15 dakikada bir yeni hasta girsin, doktor da hiç odasından çıkmasın. Ne güzel- vaat hükümetten emek personelden. Böylece olumlu intiba hükümete, olumsuz intiba sağlık personeline kalıyor. Bu olumsuzluklar her an fiziksel şiddete de dönüşebilir, dönüşüyor.
Velhasılıkelam, sınıfsal bakış açısı olmadan hiçbir şey doğru anlaşılamıyor, doktor da şöyle yaptıydı, ama hasta da böyle yapmasın denilip duruluyor.

* Bir de şu var. Devlet hastanesine gittim ama orada kredi kartı geçmiyor. Bu ne demek? Yanımda yeterli param olmasaydı kredi kartıyla ödeyebilmek için özel hastaneye gidecektim demek. Tuhaf görünüyor, ama somut gerçek bu. Sağlık hizmeti ticarileşmişken devlet kurumu ticari değilmiş gibi davranıp kredi kartı kullandırmamak, cebinde parası olmayan bazı vatandaşları özel hastanelere yönlendiriyor. Eğer devlet hastanelerinde kredi kartı geçse, piyasada özel hastaneler değerlerinden biraz kaybedecek, devletle rekabet edebilmek için belki fiyatlarını bir birim daha düşürecekti. Piyasa mantığının dışında bir borçlandırma sistemi (eski eğitim kredisi gibi) düşünülemez mi? Düşünülemez. Mümkün olmadığı için değil, özel sağlık hizmetlerinin değerini düşürerek "sektör"ü zarara uğratacağı için.
Sonra ne oluyor? 5 kuruşu olmadığı için çaresizlikten özel hastaneye giden vatandaş gelecek aydan borçlanırken istatistiklere hem Türkiye'nin sağlık politikasında ilerleme hem de ekonomik kalkınmanın görünen yüzü olarak geçiyor (Özel hastaneleri tercih eden vatandaşlar artıyor). Benim gibi nakit paraya ulaşma şansı olan fakirlerin içinde en zengin olanlar ise devlet hastanesine gitmeye devam ediyor.


11 Haziran 2014 Çarşamba

IŞİD, Avrupa'da faşizm, vs.

IŞİD'in yükselişini Avrupa'da yer yer faşizmin yer yer radikal solun yükselişiyle ve gezi, ABD, Brezilya, Almanya, vs. dünyanın çeşitli eylemlilikleriyle ilişkilendirmek gerekiyor. Ekonomi siyasi alanı ilga ediyor, siyaset (dünyanın değiştirilebilmesinin imkanı/mekanı) için tek seçenek kalıyor: Kendini ifade etmek. Bu liberal formül faşizmi besliyor işte. Çünkü siyaset güçtür; "kendini ifade etmek" bir güç savaşına dönüşüyor. Herkes kendini ifade ederken sesini yükseltiyor, siyaset "kendini ifade etmek"ten ibaret olunca tüm "ifade"ler birbiriyle rekabet ediyor. Türk'e Türk'ün büyüklüğünü, Müslüman'a İslam'ın büyüklüğünü, beyaz adama beyazın gücünü göstermekten başka seçenek/ siyasi imkan kalmıyor. Ekonomik alanda incinen/ yaralanan küçük insanlar kendini güçlü bir kimlikle ifade ederek ve diğerlerini ezerek yükselmeye çalışıyor. Avrupa'da yükselen radikal sol, ekonomiyi siyasileştirdiği ölçüde bu siyasi sıkışıklığı aşabilir mi? Zannetmiyorum. Yunan Syriza'nın bunu ne kadar becerebildiğini bilemem, ama bunu aşma çabası olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Gezi'de ise iki eğilim bir arada yürüdü, geçişkenlik vardı ve bu bir avantajdı. Bu geçişkenliği ortadan kaldırmadan ekonomiyi siyasete dahil etmek (ekonomik gücü de sarsacak siyaseti üretmek), ikinci eğilimin hegemonyasını tesis etmek gerekiyor. Liberalizm, siyasetin güç/iktidar demek olduğunu görmezden gelmeye devam ettikçe onu yüzlerce yıl önce belirlenmiş "haklar" şemasına sıkıştırmaya çalıştıkça da bu haklar bile korunamıyor, faşizm büyüyor. liberallerin güç meselesini tanımazdan gelmesi, gücü çok iyi tanıyan küçük insanları güçlü olma arayışı neredeyse oraya yönlendiriyor.