29 Eylül 2013 Pazar

Liderini tekrarlarken zorlanan bakanlar

Koskoca Bakanlar Kurulu'nda bakanbaşı dışında kimsenin söz söyleme yetkisi yoksa, bakanlar sadece Başbakan'ın cümlelerini kelimelerin sırasını değiştirerek tekrarlama yetkisine sahiplerse ne olur? AB Bakanı'na "rö", Aile Bakanı'na "cv" gibi açıklamalar yapmak, Sağlık Bakanı'na azar işitmek (Bkz. domuz gribi aşısı) Spor Bakanı'na da dayak yemek düşer. (Dışişleri Bakanı bu işin tek istisnasıysa, 1- ülke liderinin borusu yurtdışında ötmediği 2- lider İngilizce bilmediği içindir. 

26 Eylül 2013 Perşembe

Sürpriz demokrasi paketi nedir?

"Sürpriz demokrasi paketi" ney yav? Demokrasi toplumun kendi yasalarını kendi elleriyle yapması, yasa yapım sürecine bizzat katılmasıdır filan. Ders kitaplarında bile böyle yazıyor. Kim kime sürpriz yapıyor? Bana sürpriz yapılacaksa, güzel bir şeyler alınsın. Yasa dediğin şey polis, benden uzak olsun. Eskilerin dediği gibi "Allah kimseyi hastaneye karakola düşürmesin

İŞKUR başvurusunda biber gazı

Devlet olmak kolay değil aslında. Vatanı, yani hammadde kaynaklarını yönettin bir şekilde teknolojiyle filan, bir de işin nüfus- işgücü kısmı var. Bu hususta fiilen çalışanlarla iş arayanlar arasındaki denge çok hassastır. İşsiz sayısı azalırsa kimse işini beğenmez. İşten atılmaktan korkmazsa çalışırken "sadece patates soğan mı yiyelim", "evde çoluk çocuk bekliyor" filan diye homurdanır, sürekli masraf çıkarır, yeni şeyler isterler. Diğer yandan işin ucunu kaçırıp herkesi işsiz bırakırsan, çok sayıda insan uzun süreler işsiz kalabilir, öfke de büyür, öfkeliler de. İş aramaya gelen iş vermeyeni dövecek raddeye gelir Allah korusun. Yani bir yandan çalışanlar işsiz kalmaktan korkacak, diğer yandan işsizler de iş bulma umudunu kaybetmeyecek. Bu dengeyle geldik bugünlere iyi kötü, ekonomide ilerlemeler sağladık. Ama bu hassas denge kaybedilirse koca devlet dandik bir gaz bulutuyla korunmak zorunda kalabilir mazallah. Bu yönde emareler var, akılda tutulsun.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Yaşam tarzı siyaseti

Erdoğan yaşam tarzına müdahale ediyor tabii ki, tartışması bile abes. ama o bunu söyleyerek kendini savunmuyor, aksine siyasi tartışmaların zeminini belirliyor. O yüzden müdahale ettiğini ispat etme çabasının onun işine yaradığını (Erdoğan'ın bu çabayı öngörerek konuştuğunu) düşünüyorum. Müdahale edildiği ispat edilse ne olacak ki: Karşıtları çok müdahale ettiğini, yandaşları ise az bile müdahale ettiğini savunacak. Zaten Erdoğan'ın da göndermesi buraya: çok tahammüllü davrandıkları, sabırlarının zorlandığı, vs. Böylece toplumun ikiye bölünmüşlüğüne yaslanan Erdoğan iktidarı pekişiyor. Ayrıca "yaşam tarzı" kavramının politik ihtivası muhafazakar; belli bir yaşam tarzının muhafazakarlığa aykırı olması hiç fark etmez (sözgelimi "farklı yaşam tarzlarının bir aradalığı" Batı tarzı muhafazakarlığın alametifarikası). Aynı yaşam tarzına sahip insanların bir aradalığı, bir cemaatten başka ne olabilir? Erdoğan'ın bu söyleminin başarısı tüm siyaseti "yaşam tarzı" bağlamında sıkıştırabilmesi. Böylece toplum birbirine değmeyen cemaatlerin bir aradalığı olarak kurgulanıyor (Thatcher siyasetinin devamı) ve aralarında tek bir ortak bağ, devlet kalıyor. Yaşam tarzı siyaseti, hayatımızı ve dünyayı değiştirme potansiyeli içermiyor, sadece bir savunma pozisyonu. Kürtajın bile "yaşam tarzı" bağlamında konuşulduğuna tanık oluyorum, hem de savunanları tarafından. Kadınlar on yıllardır kürtajın kadının bedeni üzerindeki egemenlik hakkının bir parçası olduğunu söylüyorlar. Yoksa, kürtaj yapmak diye yaşam tarzı mı olur allahaşkına? Hakikaten de kürtaj azalsın, korunma yöntemleri artırılsın, yaygınlaştırılsın, falan filan. Ayrıca fiiliyatta 80'lerde alt sınıfın sıklıkla kullandığı bir yöntem olan kürtaj, 2000'lerde "yaşam tarzı" kelimesiyle orta sınıf sapkın yaşam tarzının bir tezahürü haline çevriliyor; aynı zamlandıkça orta sınıfa mal olan "alkollü yaşam tarzı" gibi. "Özgürlük" orta sınıflaştırılıyor, sapkınlaştırılıyor, alt sınıflar birbirine haset ve kin duymaya çağrılıyor. Bu "yaşam tarzı" tuzağı faşizm tehdidini de içeriyor. bizim "haklar" mücadelesinin altını doldurmamız gerekiyor.


12 Eylül 2013 Perşembe

Sokağa çıkmak "demokratik hak" mı?

Sağ+liberal cenahın kullandığı bir argüman var: Sokaklara çıkmak demokratik bir hak mı, şunu- bunu yapmak demokratik bir hak mı, vs. Bu argüman liberallerle sağcılığı yaklaştırıyor, bir bakıyorsunuz Taraf yazarları topluca Türkiye gazetesine filan geçiyor. Aslında, solun da uzun süredir yanlış bir şekilde kullandığı bir kavramdı bu; "demokratik hak" diye bir şey yoktur. Yasal hak vardır, anayasal hak vardır, istenen hak, verilmeyen hak, engellenen hak filan vardır ama "demokratik hak" diye bir şey yoktur. Hakkın sahibi bellidir, daha doğrusu gerçekten bir haksa belli olmalıdır; Ahmet'tir, Ayşe'dir, attır, işçidir (çoğunlukla bilmemne fabrikasında bilmemne konumundaki işçidir), patrondur, mal alandır, mal satandır, vs. Hak kavramından bahsediyorsak iki kişiyi gözümüzün önüne getireceğiz; şunun hakkı şu, bunun hakkı da bu diyeceğiz, bu kadar somut olmalı. Kişiler/toplumsal kesimler kendi haklarını genişletmek için mücadele ederler, yasalar/hukuk da bunun sonucu varılan uzlaşmayı ifade eder. bu güçler dinamiktir ve yasalar değişir. sağcılar tutarlı aslında. ama ey liberaller, siz demokrasiyi nasıl kuruldu zannediyorsunuz? 
Hakların sınırı, toplumsal mücadeleler tarihinin içinde belirlendi, belirlenmeye devam ediyor. Demokrasi ise bu hakların savaşa gerek kalmadan müzakere edileceği, konuşulacağı bir alan olarak ortaya çıktı; bu zemin kapatıldığı sürece demokrasinin zaten dışına çıkılmıştır. Yani, demokrasi hakların konuşulma zeminidir; hakların kendisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Hegel "soyut olan somut, somut olan da soyuttur" diyordu. Biz demokrasi kavramını somut, hak kavramını soyut düşününce işleri karıştırıyoruz; sanki "demokratik" deyince "hakkı" somutlaştırıyoruz. Mesela meşru müdafaa demokratik bir hak değildir, bir yaşama hakkıdır, bu hakkı kaldırırsan yaşama hakkını kaldırmış olursun. Zaten "Seni öldürmeye gelen kişiye zarar vermen yasaktır," diye bir yasa olsaydı, sadece komedi olurdu. ya da şu anda internette konuşmak benim hakkım ama sözlerim silinirse de bu site sahibinin hakkı olur. İkimizin hakkı da "demokratik" değil, onunki mülk sahibi olmaktan geliyor, 

8 Eylül 2013 Pazar

İşçiler ne kadar sessiz ölüyor...

İşçiler ne kadar sessiz ölüyor. kanıma en çok bu dokunuyor. Mesela kimse Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, öğrencilerin ve hatta ağaçların sorunu yok diyemiyor. Sahip çıkılıyor, çıkılsın. Hükümet de kendini savunuyor, "Aslında şöyle, böyle, ıt, vıt" diyor. Ama mesela pişkin pişkin Türkiye'nin ekonomisi çok iyi deniyor olimpiyat sunumlarında ve 5 kıtadan hiçbir yetkili ağbi bunu sorgulamıyor: "Göstergeler iyi". Sadece bu yaz 367 işçi öldü, 10 yılda 10.000'den fazla. Kimse hükümeti suçlamıyor, hükümet de kendini savunmuyor. İşçilerin ölümünü tüm toplumun krizi haline getirmek gerekiyor: 1 işçi ölüyorsa tüm ekonomi ölsün, bu kadar net. "Öyle olur mu?" diyene, "Sen öl" diyeceğim; madem uğruna ölünecek kadar seviyorsun ekonomiyi, kendini feda et. Türkiye, olimpiyat sunumunda "bizde işsizlik yok, gelir dağılımı çok adil," dediğinde tiksiniyorum. Her "Ekonomi iyi gidiyor," dendiğinde öfke doluyorum. Ne İstanbul 2020 umrumda ne de cebimde 5 kuruş yokken büyüyen ekonomi. Ne seviniyorum ne üzülüyorum, umrumda değil